Monday, September 08, 2025

2024 Mavi Yolculuk

Kekova Mavi Yolculuk Notları (14–21 Eylül 2024) Doğu rotası 14 Eylül 2024, Cumartesi – Ankara → Üçağız Bir gün önce Sabah Ankara’dan yola çıktık. Geceyi Burdur Yalçındağ Otel’de geçirdik. Burdur Arkeoloji Müzesi’ni gezip Sagalassos’tan çıkarılmış muhteşem heykelleri gördük. Kahvaltı sonrası Antalya yönüne devam ettik. Kemer ve Demre üzerinden, Üçağız’a 50 km kala oldukça virajlı ve zorlu bir yoldan ilerledik. Kekova Üçağız köyüne ulaştık. 16.00’ya kadar kıyıdaki kır kahvesinde oturduk. Arabayı belediyenin otoparkına bıraktım (günlük 50₺). Saat 16.00’da on bir arkadaş tekneye bindik. Bizi kaptanımız, aşçımız (Hataylı Usta) ve iki tayfa karşıladı. Bodrum guleti tipindeki teknemiz 25 metre uzunluğunda, 7 metre genişliğinde, 6 kamaralı, iki direkli ve üstü güneşlik tenteli idi. Üzerinde 6 adet güneş paneli vardı. Tekne 2000 yılında 500bin €’ya alınmış, 2018’de yeni 380 hp Iveco motor takılmıştı. Yakıt tüketimi saatte 25 litreydi. Ayrıca yedek bir jeneratör bulunuyordu. Arkada 12 kişilik yemek masası, önde geniş bir güverte vardı. İlk durağımız sessiz ve sakin Gürkaya Koyu oldu. Denize girdik, yüzdük. Akşam salata, şakşuka, karides, barbunya pilaki ve levrek ızgara ile mükemmel bir sofra kuruldu. Çay ve meyveyle geceyi noktaladık. Sohbet ve hikâyeler eşliğinde geç saatlere kadar güvertede oturduk. Yatarken cibinlikli güverte yataklarını kullandık. ⸻ 15 Eylül 2024, Pazar – Buzağılık Koyu Sabah güzel bir kahvaltı yaptık. Açık denizde fırtına vardı. Koy değiştirerek sakin ve boş Buzağılık Koyu’na demirledik. Su beklenenden soğuktu. Geçen yıl Bodrum Gökova Körfezi turuna kişi başı 400€ ödemiştik. Bu yıl Kekova turu (yemek dahil, içki hariç) 500€. Fırtına nedeniyle kuytu koyda kaldık. Akşam yemeği sonrası sohbet, kahkahalar ve müzikle vakit geçirdik. ⸻ 16 Eylül 2024, Pazartesi – Gökkaya Koyu Sabah erken yola çıkıp Demre Çayağzı Limanı’na yöneldik. Dalga nedeniyle giremeden geri döndük. Gökkaya Koyu’na demir attık. Burası çok kalabalıktı (yaklaşık 40 tekne). Rüzgâr 25 knot civarındaydı. Öğle yemeğinde taze fasulye, bulgur pilavı, yoğurt ve salata vardı. Ardından kaptana tur ücretinin kalan kısmını toplu ödedik. Akşam ızgara köfte, sebze yemekleri ve meyve ikram edildi. Sonrasında spotify ile müzik açıp dans ettik, fıkralar paylaştık, terapi gibi bir akşam oldu. Dolunay altında güvertede uyuduk. ⸻ 17 Eylül 2024, Salı – Şafak Koyu Sabah 08.00’de demir alıp Demre Çayağzı’na yöneldik. İki arkadaş sağlık sorunları nedeniyle botla kıyıya çıktı, tedavi oldular. Bölgede çokça görülen “deniz biti” (küçük denizanası larvaları) kaşıntı yapıyordu. Demre kıyısındaki müzelerde Lidya eserleri ve Noel Baba’ya adanmış alan bulunuyor. Açık denizde dalgalar arasında ilerleyip Şafak Koyu’na demirledik. Akdeniz foklarını gördük. Rüzgâr 25 knot’a çıktı, tekrar yer değiştirip kuytu bir koya sığındık. Öğle yemeğinde tavuk şinitzel, patates kızartması, salata; akşamda ızgara çupra, dondurma ve meyve vardı. Sohbet, müzik ve dansla geceyi geçirdik. Dolunay ışığında bazı arkadaşlar gece denize girdi. ⸻ 18 Eylül 2024, Çarşamba – Üçağız → Hamidiye Koyu Kekova Adası kıyısında keçi çanlarının sesiyle uyandık. Üçağız iskelesinde su ve erzak aldık, teknemiz temizlendi. Kasaba oldukça hareketliydi; pansiyon fiyatları 3000₺, günübirlik turlar 1000₺ idi. Ardından Kaleköy açığına, sonra Hamidiye Koyu’na geçtik. Kimimiz Kaleköy’e botla gezmeye gitti, kimimiz kitap okudu. Akşam keyifli bir sofra kuruldu, şarkılar söylendi, dans edildi. ⸻ 19 Eylül 2024, Perşembe – İtalyan Karakolu & Batık Şehir Sabah ezan sesi, balıkçı motorlarının gürültüsü ve horoz sesleriyle uyandık. 1912’de Meis’i işgal eden İtalyanlar, Kekova Adası’na da çıkarak bir askeri karakol kurmuşlardı. 1932’de Türkiye’ye bırakılan adada bugün harabe halde bu karakol hâlâ görülebiliyor. Günün devamında Batık Şehir’i dolaştık (burda y üzmek yasak). Ardından Salyangoz Koyu’na geçtik. Telefon ve internet çekmeyen bu korunaklı koyda denize girdik, geceyi burada geçirdik. ⸻ 20 Eylül 2024, Cuma – Çamlık Koyu Kahvaltı sonrası Salyangoz Koyu’ndan ayrılıp Çamlık Koyu’na geçtik. Öğle yemeğinde sushi, deniz ürünlü makarna ve salata vardı. Su oldukça soğuktu. Akşamüstü kaptanın hanımının gönderdiği kek ikram edildi. Botla balık avına çıkanlar ufak bir palamut yakaladı. Mürettebata ek ödeme yaptık. Müzik, şarkılar ve fotoğraflarla son akşamımızı geçirdik. ⸻ 21 Eylül 2024, Cumartesi – 08:00 Veda Kahvaltı sonrası vedalaştık. Bir hafta boyunca Kekova kıyılarında bir aile gibi yaşadık. Issız koylarda demirledik, dolunay ışığında uyuduk, şarkılar söyledik, dans ettik. Bu unutulmaz yolculuk için kaptanımıza, Hataylı aşçı ustamıza ve tayfalarımıza teşekkür ediyoruz. 14–21 Eylül 2024 tarihleri arasında Kekova sahillerinde gerçekleştirdiğimiz bu mavi yolculuk, eşsiz koylarda geçen, dolunayla taçlanan, dostlukların pekiştiği unutulmaz bir deneyim oldu. ⸻

2023 Mavi Yolculuk

2023 Mavi Yolculuk Anıları: Gökova Körfezi’nde Bir Hafta Mavi yolculuk, Ege ve Akdeniz kıyılarında deniz, güneş ve dostluğun iç içe geçtiği eşsiz bir deneyim olmuştu. Yıllar boyunca birçok kişi bu yolculuğa çıkmış, kimi kısa süreli tatillerde, kimi de uzun bir hafta boyunca koy koy dolaşmıştı. Burada 2023 yılında yaptığımız bir mavi yolculuğun detaylarını aktarmak istiyorum. Yolculuk 25 metre boyunda bir gulet tekne ile yapılmıştı. Gulet, ahşap gövdesi, geniş güvertesi ve ikişer kişilik altı adet konforlu kamaralarıyla geleneksel Bodrum yapımıydı. Mürettebat dört kişiden oluşuyordu: kaptan, aşçı ve iki yardımcı. Haftalık kira bedeli, 2023 yılı itibarıyla 12.000 Euro civarındaydı. Fiyata yiyecek, içecek ve liman ücretleri dahil değildi; bu masraflar ayrıca yolcular arasında paylaşılmıştı. Tekne kuralları ilk gün kaptan tarafından açıklanmıştı. Tatlı suyun sınırlı olduğu unutulmamalıydı, duşlar kısa tutulmalıydı. Tuvalete kesinlikle kâğıt atılmamalıydı. Elektrik sadece güneş panelleri ve jeneratör ile sağlanıyordu, gereksiz kullanım yasaktı. Plastik şişeler sıkıştırılarak toplanmalı, denize hiçbir çöp atılmamalıydı. Gece sessizlik korunmalı, güvertede yüksek sesli müzik açılmamalıydı. Liman girişlerinde kaptanın talimatlarına uyulmalıydı. Bu basit ama önemli kurallar, yolculuğun hem güvenli hem de çevre dostu geçmesini sağlamıştı. Kargıcak İskelesi’nden hareket edilmiş, akşamüstü Gökova Körfezi’nin sularına açılmıştı. Günbatımında demir atıldığında gökyüzü turuncudan mora dönerken, teknede dostane bir sessizlik hâkim olmuştu. İlk akşam yemeğinde ızgara çipura, zeytinyağlı enginar ve soğuk beyaz şarap ikram edilmişti. Geceleri güvertede masa etrafında yapılan sohbetler unutulmazdı. Kimi zaman bir şarkı mırıldanılır, kimi zaman yıldızların altında sessizlik tercih edilirdi. Radyodan hafif Türk sanat müziği çalınır, sohbetler tatlı tatlı uzardı. Sabahları kahve kokusuyla uyanılır, kahvaltılarda peynir, zeytin, bal, reçel ve sıcak kızartılmış ekmek ikram edilirdi. Ardından tekne yeni bir koya doğru yol alırdı. Alinda Koyu’na vardığımızda, karadan erişilemeyen eşsiz bir doğa ile karşılaşmıştık. English Bay’de berrak sularda yüzülmüş, ardından Cumhurbaşkanlığı Yazlık Sarayı denizden izlenmişti. Çökertme Köyü’ne vardığımızda, orman yangınlarının bıraktığı izler hâlâ tazeydi. Tepelerde siyahlaşmış ağaç gövdeleri, doğanın kırılganlığını bize hatırlatmıştı. Yine de sahil köyü huzurlu ve dingindi. Bir başka gün Adalı Koyu’nda mola verilmişti. Yanımızdaki koyda demirleyen 20 metrelik katamaranın fiyatının 1 milyon Euro civarında olduğu konuşulmuştu. Tekne sahipleri yalnızca iki hafta tatil için denize açılıyor, ardından tekneyi marinaya bırakıp Ankara’ya dönüyorlardı. Bir başka gulette ise 12 Rus turist vardı, eğlenceli kahkahaları gece boyunca yankılanmıştı. Teknede yaşam belli bir düzene oturmuştu. Kahvaltı 08.00’de, öğle yemeği 13.00’te, akşam yemeği ise 19.00’da sunuluyordu. Menü genellikle balık, deniz ürünleri, sebze yemekleri ve salatalardan oluşuyordu. Rakı, şarap ve bira bolca tüketiliyordu. Tatlılarda ise helva, kavun. karpuz ve dondurma tercih ediliyordu. Gündüzleri denize giriliyor, maske ve şnorkelle koyların zengin sualtı dünyası keşfediliyordu. Akşamüstleri kitap okunuyor, kimi zaman da küçük bir grup halinde kart oyunları oynanıyordu. Yolculuğun son gününde Orak Adası’na gidilmişti. Burası adeta bir akvaryum gibi berrak sularıyla ünlüydü. Burada yüzmek, mavi yolculuğun zirve anlarından biri olmuştu. 7 Ekim sabahı Kargıcak İskelesi’ne dönülmüş, kahvaltının ardından saat 08.00’de tekne terk edilmişti. O an, herkesin yüzünde tatlı bir yorgunluk ve huzur vardı. Bir şişe İskoç viskisi açılmış, son gece dost sohbetleriyle noktalanmıştı. Mavi yolculuk yalnızca bir tatil değil, aynı zamanda bir hayat dersiydi. Su ve enerji tasarrufu, çevreye duyarlılık, paylaşım ve sabır yolculuğun temel öğretileri olmuştu. Denizin ortasında lüks, gösteriş ya da şehir hayatının telaşı hiçbir anlam ifade etmiyordu. Önemli olan dostluk, doğa ve dinginlikti. Bir hafta boyunca insan hem bedenen hem ruhen arınmış, doğayla dost olmuş, kendine dönmüştü. Bir guletin güvertesinde geçen bir hafta, hayat boyu unutulmayacak anılar bırakmıştı. Mavi yolculuk, hem doğanın hem de insan ilişkilerinin ne kadar değerli olduğunu bir kez daha göstermişti. Fiyatlar, tekne ebatları, yiyecekler ve kurallar bir yana; bu deneyimin özünde huzur ve dostluk vardı. Gökova Körfezi’nde geçen o günler, hayatın yoğun temposuna kısa bir mola, belki de bir nefes olmuştu. Herkes biliyordu ki, bir kez mavi yolculuğa çıkan, mutlaka yeniden dönmek isterdi. ⸻

Sunday, September 07, 2025

Ezan

Büyükada Sesleri Üzerine Bir Gözlem Büyükada (Prinkipo island near istanbul) Hamidiye Camii’nin (built in 1898) eski müezzini, vakit ezanlarını on iki ayrı makamda okuyabilen ender kişilerden biriydi. Özellikle sabah ve yatsı ezanlarını içli bir sûrî makamla seslendirirdi. Sessiz saatlerde bu ezanları uzaktan, büyük bir hayranlıkla dinlerdim. Zamanla ada değişti. Yeni Çarşı Camii inşa edildi, Kumsal Camii’ne güçlü hoparlörler yerleştirildi. Artık vakit ezanları bu üç caminin minarelerinden, kimi zaman canlı, kimi zaman kayıtla eş zamanlı olarak yayınlanıyor. Ancak bu uygulama, ezanların üst üste binerek bir ses karmaşası oluşturmasına neden oluyor. Ne yazık ki o eski, duygulu ve makamlı ezanlar artık pek duyulmuyor. Özellikle sabah ve yatsı ezanları oldukça uzun sürüyor. Bazen yatsı ezanının ardından dualar ve ilahiler hoparlörlerden uzunca bir süre yayına devam ediyor. Ayrıca günün beklenmedik saatlerinde sela sesleri duyulabiliyor. Tüm bunlar, adanın doğal akustiği içinde huzuru bozabiliyor. Müezzinlerin sağlam bir müzik eğitimi aldıkları konusunda ise şüphelerim var. Oysa ezan, doğru makamla ve ahenkle okunduğunda ruhani bir tesir yaratır. Günümüzde birçok Müslüman ülkede ezan hâlâ canlı olarak, insan sesiyle minarelerden okunmaktadır. Ancak bazı ülkelerde bu uygulama kısıtlanmış, merkezi sistem ya da kayıt yayınına geçilmiştir. Aşağıda bu konuda öne çıkan ülkeleri özetledim: Ezanın Hâlâ Canlı İnsan Sesiyle Okunduğu Başlıca Müslüman Ülkeler 1. Türkiye • Türkiye’de ezanlar büyük ölçüde hâlâ canlı müezzin sesiyle okunur. • Ancak çoğu camide merkezi sistem vardır; müezzin canlı okur ama sesi bölgedeki diğer camilere de iletilir. • İstanbul gibi büyük şehirlerde bazı küçük camilerde zaman zaman kayıt da kullanılabilir. 2. İran • Ezan çoğunlukla canlı müezzinler tarafından okunur. • Televizyon ve radyo üzerinden de eş zamanlı ezan yayını yapılır. • Şii geleneğine uygun olarak ezanın sözleri ve makamları farklılık gösterebilir (örneğin “Ali veliyyullah” eklenir). 3. Pakistan • Hemen her camide ezan, canlı olarak müezzin tarafından okunur. • Ses güçlendiriciler kullanılır, ancak kayıt yayını yaygın değildir. 4. Endonezya • Dünyanın en kalabalık Müslüman ülkesi olan Endonezya’da ezan genellikle canlı okunur. • Büyük şehirlerde merkezi sistem uygulamaları denenmiş olsa da yaygınlaşmamıştır. 5. Malezya • Ezanlar çoğunlukla canlı müezzinlerce okunur. • Merkezi sistemle yayın yapan camiler bulunsa da canlı ses geleneği sürdürülmektedir. 6. Mısır • Uzun yıllar boyunca canlı ezan geleneği hâkimdi. • 2010’dan itibaren Kahire’nin bazı bölgelerinde kayıtlı ezan yayınına geçildi. • Ancak özellikle büyük ve tarihi camilerde hâlâ canlı ezan okunmaktadır. 7. Fas, Tunus, Cezayir (Mağrip Ülkeleri) • Ezanlar genellikle canlı olarak okunur. • Ses sistemleri gelişmiş olsa da otomatik kayıt yayını nadirdir. Kayıttan Ezan Yayını Yapan ya da Canlı Sesi Kısıtlayan Ülkeler • Suudi Arabistan • Mekke ve Medine dışındaki şehirlerde ezanlar genellikle canlı okunur. • Ancak merkezi sistem uygulanan bölgeler de vardır. • 2021’de alınan bir kararla ezan ve kamet seslerinin dışarıdan duyulma seviyesi %33 oranında sınırlandırıldı. • Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) • Ezanlar merkezi sistemle, çoğunlukla kayıttan okunur. • Özellikle Abu Dabi ve Dubai’de ezanlar dijital sistem üzerinden yayınlanır. • Katar • Çoğunlukla merkezi sistem kullanılır. • Bazı camilerde canlı müezzin yayını yapılsa da, genel olarak kayıtlı ezan tercih edilir. Bugün hâlâ Türkiye, Pakistan, Endonezya, İran, Fas ve Cezayir gibi ülkelerde ezan, insan sesiyle canlı olarak okunmaktadır. Buna karşılık Körfez ülkelerinde —özellikle BAE, Katar ve Suudi Arabistan’ın bazı bölgelerinde— teknolojik altyapı ve gürültü yönetmelikleri gerekçesiyle merkezi sistemler veya kayıtlı ezan tercih edilmektedir. Büyükada gibi çok kültürlü bir yerde zaman zaman kiliselerden çan sesleri de duyulur. Gün boyunca ambulans ve itfaiye sirenleri, 112 acil anonsları adada yankılanmakta. Bu çok katmanlı ses ortamında, eskilerin o dingin, içli ve derinlikli ezanlarını özlemle anıyorum. ⸻

Hikaye

Prinkipo’da Bir Yaz Hikâyesi Yıl 1960’lar… Kadıyoran yokuşundaki evin üst katı, yaz boyunca üç aylığına kiraya verilmişti. Kiracılar, Nişantaşı’nda yaşayan varlıklı bir aileydi. Baba ünlü bir cerrah, anne ev hanımı; biri kız, biri erkek iki çocukları vardı. Çocuklar İstanbul’un yabancı dille eğitim yapan köklü liselerinde okuyorlardı. O yaz, Nişantaşı’nın güvenli kozasından çıkıp Prinkipo’nun (Büyükada’nın) farklı dünyasına adım atmışlardı. Anne, ada hayatına hemen uyum sağladı. Ev sahipleriyle sıcak dostluklar kurdu; birlikte çaylar kahveler içiliyor, pastalar börekler yapılıyor, akşam yemekleri paylaşılıyordu. Baba ise sabahları vapurla Nişantaşı’ndaki muayenehanesine gidiyor, akşamları geç saatlerde eve dönüyordu. Küçük oğlan kısa sürede ada çocuklarıyla tanıştı, arkadaşlar buldu. Günlerini denize girerek, Hristos ve Aya Yorgi’ye tırmanarak geçiriyordu. Balık tutuyor, tuttuklarını pişirip yanında biraz bira eşliğinde yiyor, yılkı atlarını yakalayıp eğersiz biniyorlardı. Rum Yetimhanesi’nin üzerinde mola veren göçmen kuşlarını seyretmek, çocukların en büyük eğlencesiydi. Kız ise bambaşka bir çevre edinmişti. Gündüzleri sahilde veya teknelerde, akşamları ise yeni arkadaş grubuyla mehtap sefasında vakit geçiriyordu. İçlerinden yeşil gözlü, yakışıklı bir delikanlı, gitarıyla büyüleyici doğaçlamalar yapıyordu. Ada geceleri, gençliğin coşkusuyla daha da büyülüydü. Aklamları, kız eve geç dönmeye başladı ve olan oldu: Genç kız, Adalı bir delikanlıya âşık oldu. Delikanlı da ona gönlünü kaptırmıştı; fakat parasız, eğitimsizdi. Bu, bir yaz aşkından öteye gitmeyecek gibiydi. Bir sabah kız çantasını toplayıp gizlice delikanlının mütevazı evine kaçtı. Akşam baba eve döndüğünde gerçeği öğrendi, çok öfkelendi, hemen polise başvurdu. 1960’ların muhafazakâr ortamında, evlilik öncesi beraberlik kabul edilemezdi. Delikanlı, reşit olmayan bir kızı alıkoymak suçlamasıyla nezarete alındı. Ancak kızın babası, tek bir şartla şikâyetini geri çekti: Evlenmeleri gerekiyordu. Böylece Büyükada evlendirme dairesinde, sadece birkaç aile ferdinin katıldığı mütevazı bir nikâh kıyıldı. Ailenin namusu kurtarılmış, delikanlının soruşturması düşmüştü. Keşke hikâyeyi burada, “sonra yeşil panjurlu bir evde oturdular, üç çocukları oldu, mutlu yaşlandılar” diye devam ettirebilseydik… Ama gerçekler farklıydı. Yaz bitince aile Nişantaşı’na döndü. Baba, kızını Amerika’ya, New York’ta bir okula gönderdi. Bir süre sonra aile avukatları “şiddetli geçimsizlik” gerekçesiyle boşanma davası açtı. Dava kısa sürede sonuçlandı. Genç kız Amerika’da mimarlık eğitimini tamamladı, önemli bir mimarlık bürosunda ortak oldu, orda yeniden evlendi, çocuk sahibi oldu. Küçük oğlan babasının mesleğini seçti, başarılı bir cerrah olarak babasının muayenehanesini devraldı. Ya fakir delikanlı? Onun hikâyesini kimse tam olarak bilemez. Belki adada kaldı, belki yeniden evlendi, çocukları oldu. Belki bir lokanta açtı, belki yazarlığa merak sardı… Ama kesin olan bir şey var: Yaz aylarında Prinkipo’da her zaman unutulmaz hikâyeler yaşanır. ⸻

Eylül

Eylül Adası: Yazın Ardından Gelen Sessizlik Eylül ayı, sabah yağan sağanak yağmurla birlikte Büyükada’ya geldi. Yazlıkçılar yavaş yavaş ana karaya dönüyor. Her sabah, erken saatlerde Kabataş ve Bostancı iskelelerinden kalkan şehir hatları vapurları, büyük bavullarla dolu yolcuları taşıyor. Evler teker teker kapanıyor; rüzgâr artık daha sert esiyor, hafif ıslak çimen kokusu havada belirginleşiyor. Gün içinde güneş hâlâ sıcaklığını korusa da geceleri adaya serin bir örtü iniyor; rüzgârın hışırtısı yapraklarla birleşerek adanın her köşesini sarıyor. Gece olunca evlerin ışıkları birer birer sönüyor, sokak lambaları ise sarı ve titrek ışıklarıyla yolları aydınlatıyor. Çoğu evde ışık yok; yazlıkçılar çoktan gitmiş. Sessizliği yalnızca arada geçen bir elektrikli araç ya da uzaktan gelen vapur düdüğü bozuyor. Sabahları vapura ve motora yetişmeye çalışanlar dışında ada neredeyse büsbütün sessiz. Göçmen kuşların çoğu çoktan gitmiş; yalnızca rüzgârla savrulan yapraklar sessizliği derinleştiriyor. Martılar yükseklerde süzülüyor, kargalar ağaç tepelerine tünemiş. Sokak kedileri, tenhalaşan sokaklarda yeni saklanma köşeleri ve oyun alanları arıyor. Sokak köpekleri ise ortadan kaybolmuş. Bu yıl bahçemde hiç kirpiye rastlamadım; sanırım yazın yoğun hareketliliği onları ürkütüp uzaklaştırdı. Öğle saatlerinde günübirlikçiler ve turist grupları adanın yollarına düşüyor. Kadıyoran Yokuşu’ndan çıkanlar sırayla önce Hristos Kilisesi’ni, ardından Rum Yetimhanesi’ni soruyor. Erasmus değişim öğrencileri ve rengârenk formalı izci grupları, dar sokaklarda neşeli adımları ve kahkahalarıyla dikkat çekiyor. İBB otobüsleri hâlâ dolu; yolcuların çoğu yıl boyunca adada yaşayan yaşlılar ve yerleşikler. Taksi fiyatlarının ikiye katlanması nedeniyle duraklardaki kuyruklar azalmış. Çarşı ise hâlâ canlı ve kalabalık; esnafın tezgâhlarından yayılan meyve, baharat, kebap ve deniz ürünlerinin kokusu sokaklara karışıyor. Gerçek Adalılar sabahın erken saatlerinde çarşıya inip alışverişlerini tamamladıktan sonra evlerine çekiliyor; sokaklar yeniden sakinleşiyor. Bahçeler dökülen yapraklarla kaplanmış; sarı ve kahverenginin tonları zemini bir halı gibi örtüyor. Arkadaki Hristos Tepesi’nin ormanlık alanı kurumuş otlarla sarıya dönmüş; rüzgârın sesiyle birleşen hışırtılar adaya sonbaharın geldiğini hatırlatıyor. Artık bahçeler sulanmıyor, meyve ağaçlarında ürün kalmamış, kuşların cıvıltısı azalmış. Sıcak yaz günleri sona erdi; ada yavaş yavaş sonbaharın sakin, dingin ve biraz melankolik temposuna hazırlanıyor. ⸻

Köşk

Büyükada Günlüğü: Köşk Beklerken Her yıl yaz aylarında sığındığımız, denize hayli uzak bu küçük Büyükada evi, birçok dostumuzun hayalinde birer kartpostal manzarasına dönüşüyor. Hanım’ın dedesinden kalma, asırlık taş bir yapıda kaldığımızı duyunca, zihinlerinde hemen Şakır Paşa’nın köşkü canlanıyor: Hristos Tepesi’nde, üç katlı, verandasından denize nazır, salkım saçak begonvillerle çevrili, kristal avizeli bir köşk… Kırmızı şarap ya da viski eşliğinde Debussy dinleyerek gün batımını izlediğimizi sanıyorlar. Oysa gerçekle hayal arasında, en az Kadıyoran Yokuşu kadar dik ve yorucu bir mesafe var. Bizimki, o meşhur yokuşun zirvesinde yer alan, konforla yıllar önce kavgasını vermiş, mütevazı bir taş ev. “Lüks” kelimesi bu evin kapısından içeri hiç uğramamış. Basit bir duş, idare eder bir tuvalet, iki kişilik bir balkon (üçüncü kişi geldiğinde yapı hafifçe mırıldanıyor), arkadaysa bir kişinin zor döndüğü küçük bir mutfak çıkıntısı… Önde küçük ama ruhu büyük bir bahçemiz var. Begonviller, mimozalar, zakkumlar birbirine karışmış; rüzgârla dans eden morlar, sarılar, pembeler… Bahçenin sınırında yaşını başını almış birkaç meyve ağacı, arkadaysa Hristos Tepesi’nin çam ormanı sessizce gölgemiz oluyor. Bulaşık makinesi mi? Yok. Plastik eldivenler ve kurulama bezi hâlâ başrolde. Ama klimamız çalışıyor – bu sıcak günlerde adeta bir kurtarıcı. Buzdolabı ve çamaşır makinesi de hayatta; biz de onlar sayesinde ayakta duruyoruz. Bu ev bir köşk değil; olsa olsa bir “yokuş üstü müze evi.” İçeride dededen kalma eşyalar, dolaplar, takımlar, mutfak gereçleri; anneanneden yadigâr elbiseler… Dışarıdaysa martılar, kargalar, sokak kedileri ve bir zaman kapsülüne dönüşmüş doğa manzarası. Küçük kütüphanesinde ise bitirmeye ömrümün yetmeyeceği kadar çok klasik eser var. Aralarında 2000 yıl öncesinden kalma Antik Yunan ve Roma metinlerinin çevirileri, eski sahaf kitapları, sararmış sayfalarıyla gazetelerin ilk baskılarına rastlamak mümkün. Her kitap ayrı bir ses, ayrı bir zaman parçası gibi fısıldıyor. Evde televizyon yok. İnternet yok. Radyo ile yalnızca TRT 3 FM’i çekebiliyoruz. Gündemi, ancak vapurda bir gazeteye göz atabilirsek öğreniyoruz. Bu da zamanın yavaşlamasının, seslerin berraklaşmasının, gündelik gürültüden uzaklaşmanın bir başka şekli. Deniz mi? Çok ama çok uzakta. Öyle hani “iki adımda plaj” romantizmi burada işlemiyor. Denize inmek başlı başına bir karar; geri dönüş ise hem fiziksel hem zihinsel bir meydan okuma. Perşembe sabahları Hamidiye Camii yanındaki açık hava sebze pazarına gidiyoruz. Eskiden iki kez çekçekle yokuş çıkardım; şimdi İBB’nin servisi var, işimiz biraz kolaylaştı. Yine de burayı seviyoruz. Hanım doğduğundan beri, ben evlendiğim günden beri buradayız. Çünkü bu ev, zihin filtresine sığmayacak kadar gerçek. Burada zaman yavaşlıyor, sesler berraklaşıyor, geçmiş bugünün içine sızıyor. Lüks yok ama samimiyet bol. Belki de asıl aradığımız hep buydu: Sessiz, sade, biraz yokuşlu ama içi huzur dolu bir yaz. ⸻

Sunday, August 31, 2025

Vasa

Vasa: 17. Yüzyılın En Büyük Gemi Tasarım Hatalarından Biri Gemi Özellikleri Vasa, 1626–1628 yılları arasında Stockholm’de inşa edilen, dönemin en görkemli savaş gemilerinden biri olarak tasarlandı. İsveç Krallığı’nın Baltık hâkimiyetini güçlendirmesi hedefleniyordu. Teknik veriler şöyledir: • Uzunluk (baş–kıç): 69 metre • Genişlik: 11,7 metre • Yükseklik (direkler dahil): 52,5 metre • Tonaj: Yaklaşık 1.210 ton deplasman • Top sayısı: 64 bronz top (çoğu 24 librelik) • Mürettebat kapasitesi: 450 kişi Batış Sebepleri Vasa’nın batışının temel nedeni dengesizlikti. Gövde yapısı dar tutulmuş, alt kısmına yeterli miktarda taş balast yerleştirilmemişti. Buna karşılık, üst güverteye çok sayıda ağır top konuldu. Bu durum, geminin ağırlık merkezini tehlikeli şekilde yükseltti. 10 Ağustos 1628 günü ilk seyrine çıkan Vasa, Stockholm limanından ayrıldıktan yalnızca yarım saat sonra hafif bir rüzgârla yan yattı ve bordasından deniz suyu almaya başladı. Çok kısa sürede alabora olarak Baltık Denizi’nin dibine gömüldü. 30’dan fazla denizci ve yolcu hayatını kaybetti. Kral II. Gustav Adolf’un Rolü Kral II. Gustav Adolf, dönemin askeri hedefleri doğrultusunda Vasa’nın inşasını hızlandırdı. İsveç, Otuz Yıl Savaşları’nda güçlü bir donanmaya ihtiyaç duyuyordu. Kral, tasarım sürecine doğrudan müdahale ederek gemiye daha fazla top yerleştirilmesini emretti. Ayrıca, geminin bir an önce denize indirilmesini istedi. Bu baskılar yüzünden, gemi mimarlarının uyarıları dikkate alınmadı. Dolayısıyla Vasa, aceleyle ve dengesiz bir yapıyla tamamlandı. Çıkarma ve Yenileme Süreci Vasa, battığı noktada yaklaşık 333 yıl boyunca Baltık Denizi’nin soğuk ve oksijeni düşük sularında nispeten iyi korunmuş halde kaldı. • 1956 yılında Anders Franzén adlı bir amatör tarihçi tarafından bulundu. • 1961 yılında, dev vinçler ve yüzer dubalarla, 333 yıl sonra tekrar gün yüzüne çıkarıldı. • Kurtarma sırasında gövde, batık haldeyken çamur tarafından korunmuş olduğundan olağanüstü derecede sağlamdı. • Çıkarıldıktan sonra gemi, özel bir koruma kimyasalı olan polietilen glikol (PEG) ile yıllarca işlem gördü. Bu yöntem, geminin ahşap yapısını stabilize ederek çürümesini engelledi. • Gemi için özel olarak bir sergi alanı tasarlandı. 1990 yılında Vasa Müzesi açılarak gemi halkın ziyaretine sunuldu. Mühendislik Açısından Değerlendirme Vasa faciası, gemi mühendisliği tarihinde tasarım güvenliği ve denge hesaplarının hayati önemini gösteren derslerden biridir. İsveç için başlangıçta bir utanç kaynağı olsa da, bu olay sonrasında mühendislik disiplininde güvenlik hesaplamalarına verilen önem arttı. Bugün Vasa, yalnızca bir savaş gemisi değil, mühendislik tarihinin en öğretici örneklerinden biri olarak kabul edilmektedir. ⸻

Opera Stockholm

Stockholm’da Bir Savaş Ağıdı: Geleneği Yıkan, Seyirciyi Rahatsız Eden Aida Verdi’nin Aida’sı denilince akla gelen görkemli piramitler, altın saraylar, filler ve zafer alayları artık sahnede yoktu. Stockholm Kraliyet Operası, 2025 sezonuna, geleneği kökten değiştiren, seyirciyi koltuğunda huzursuz eden ve günümüzün acımasız gerçekleriyle yüzleştiren politik bir yorumla başladı.[^1] Yönetmen Michael Cavanagh ve sahne tasarımcısı Magdalena Åberg, bu ikonik operayı antik Mısır’dan çekip alarak drone’ların, beton blokların ve ekran yansımalarının hâkim olduğu modern bir savaş alanına yerleştirdi.[^2] Görsel Bir Şok: Tapınaklar Yerine Sığınaklar Sahne açılır açılmaz seyirciyi bir şok dalgası karşılıyor. Åberg’in minimalist ama vurucu tasarımı, hareketli beton bloklar, çelik konstrüksiyonlar ve endüstriyel moloz yığınlarından oluşuyor.[^3] … Nil kıyısındaki ünlü arya, terk edilmiş bir fabrika arkasında, romantizmden uzak ve çıplak bir umutsuzluk içinde söyleniyor.[^4] Kostümler de aynı şekilde bugünün diliyle: askeri üniformalar, otomatik silahlar ve iktidar odaklarını simgeleyen modern takım elbiseler.[^5] “Zafer Marşı”, alışılmış coşkusunu kaybederek mekanik ve soğuk bir militarizm gösterisine dönüşüyor. … Ukrayna’dan Ortadoğu’ya uzanan güncel çatışmalara bağlayarak seyircinin zihninde derin bir yankı yaratıyor.[^6] Müziğin Timsaliği ve Sahnenin Sertliği Arasında Gerilim Bu radikal görsel yeniliği ayakta tutan şey, Verdi’nin müziğinin eşsiz gücü.[^7] … Beton bir dekorun ortasında yankılanan Celeste Aida ya da O patria mia gibi aryalar, sahnelemenin sertliğiyle tezat oluşturarak beklenmedik bir duygusal derinlik kazandı.[^8] Oksana Nosatova (Aida) ve Milen Bozhkov (Radamès) … ikna edici bir oyunculuk sergilediler.[^9] Miriam Treichl’in Amneris yorumu … iç savaşın yıprattığı bir ülkenin hırslı ve acımasız güç odağına dönüşüyordu.[^10] Sanat ve Politikanın Keskin Buluşması Bu prodüksiyon … aynı zamanda güncel ve keskin politik bir tartışma platformuna dönüşebileceğini kanıtlıyor.[^11] Robert Carsen’ın 2022 Londra prodüksiyonunu anımsatsa da,[^12] Stockholm sahnelemesi … günümüzün medyalaşmış savaşlarına doğrudan göndermeler yapıyor.[^13] Rahatsız Edici Bir Başyapıt 28 Ağustos 2025 gecesi Stockholm’de sahnelenen Aida … rahatsız etmek, düşündürmek ve belki de öfkelendirmek için tasarlanmış bir sanat eseriydi.[^14] … Aida’nın özünde yatan evrensel mesajı — savaşın anlamsızlığı, aşkın yüceliği ve siyasi ihanetin sonuçları — bugünün diliyle yeniden haykırdı.[^15] Stockholm sahnesinden yükselen bu Aida, … yaşayan ve dönüşen bir sanat formu olduğunu hatırlatan rahatsız edici ama unutulmaz bir başyapıt olarak tarihe geçti.[^16] ⸻ Önerilen Dipnotlar [^1]: Stockholm Royal Opera resmi sezon duyurusu, 2025. [^2]: Magdalena Åberg’in sahne tasarımına dair söyleşi, Svenska Dagbladet, Ağustos 2025. [^3]: “Aida som krigsdrama”, Dagens Nyheter, 29 Ağustos 2025. [^4]: Haluk Direskeneli’nin kişisel gözlemleri, 28 Ağustos 2025 temsilinde. [^5]: Program notları, Kungliga Operan, 2025. [^6]: Hans Ek, “Operada savaş metaforları”, Aftonbladet Kultur, 2023. [^7]: Julian Budden, The Operas of Verdi, Vol. 2, Oxford University Press, 1992. [^8]: “Celeste Aida under betongväggar”, Opera Magazine, Eylül 2025. [^9]: Stockholm Royal Opera oyuncu kadrosu, resmi web sitesi. [^10]: Miriam Treichl röportajı, Operalogg.se, Ağustos 2025. [^11]: John Bokina, Opera and Politics: From Monteverdi to Henze, Yale University Press, 1997. [^12]: Robert Carsen prodüksiyon analizi, The Guardian, 22 Eylül 2022. [^13]: “Digital krig på scenen”, Expressen Kultur, 2025. [^14]: Yazarın gözlemleri, 28 Ağustos 2025. [^15]: Philip Gossett, Divas and Scholars: Performing Italian Opera, University of Chicago Press, 2006. [^16]: Haluk Direskeneli, saha notları. ⸻

Stockholm

Gezi Notu: Stockholm 26 Ağustos 2025, Pazartesi Sabah saatlerinde Stockholm Arlanda Havalimanı’na vardık. Şehir merkezine Arlanda Ekspres treniyle, ardından metro aktarmasıyla ulaştık. Otele iki kişi, dört gece konaklama için 800 dolar ödedik. Otele yerleştikten sonra şehir merkezine yürüyüşe çıktık, fakat yağmura yakalandık. Islanınca metroya binip otele geri döndük. 27 Ağustos 2025, Salı Ertesi sabah Vasa Müzesi’ni gezdik. Gerçekten çok etkileyici bir yerdi! İlk seferinde tasarım hatası nedeniyle hafif bir rüzgârda batan gemi, Baltık Denizi’nin soğuk sularında yüzyıllarca bozulmadan kalmış. Yaklaşık 300 yıl sonra denizden çıkarılmış, temizlenip restore edilmiş ve bugün müzede sergileniyor. Öğle yemeğimizi burada yedik. Müze oldukça kalabalıktı. 28 Ağustos 2025, Çarşamba Çarşamba günü operaya gittik. Verdi’nin Aida operasının modern yorumunu izledik. Sahnelenişi klasik anlayıştan çok farklı, cesur ve etkileyiciydi. 29 Ağustos 2025, Perşembe Perşembe günü On Cloud marka spor ayakkabı aldık. Ayrıca Uniqlo mağazasına uğradık. 30 Ağustos 2025, Cuma Cuma sabahı kahvaltının ardından Arlanda Havalimanı’na geldik. Vergi iadesi (tax refund) işlemlerini tamamladık ve 60 doların üzerinde geri ödeme aldık. VF266 sefer sayılı Ajet uçakla saat 12:35’te İstanbul’a döndük. Stockholm, düzenli, sakin ve pahalı bir şehir. Doğa ile uyumlu mimarisi, temiz havası ve kültürel zenginlikleriyle görülmeye değer. Ancak yüksek fiyatlar, kısa süreli ziyaretler için bile bütçeyi zorlayabiliyor. Buna rağmen Vasa Müzesi, opera deneyimi ve şehrin huzurlu atmosferi geziyi unutulmaz kıldı. İstanbul’a dönüşte yoğunluk, kalabalık ve hareketlilik yeniden kendini hissettirdi. ⸻

Thursday, August 14, 2025

Yazılım

Enerji Sektöründe Yazılımın Kritik Rolü: Termik Santral Yatırımlarında Doğru Araç Seçimi Enerji sektöründe yeni bir termik santral yatırımı planlıyorsanız, standart ofis yazılımlarının bu süreci yönetmekte yetersiz kalacağını bilmelisiniz. Excel gibi temel araçlar, bu denli karmaşık ve çok disiplinli projelerin teknik, ekonomik ve çevresel gerekliliklerini karşılamaktan uzaktır. Nitekim “Excel ile termik santral modellemeye çalışmak, kâğıttan uçakla okyanus geçmeye benzer” ifadesi durumu özetler. Bunun yerine, uluslararası alanda kabul görmüş, teknik modelleme, maliyet analizi, risk yönetimi ve optimizasyon özelliklerini içeren kapsamlı mühendislik yazılımlarına ihtiyaç vardır. Bu tür projelerde yazılım, yalnızca hesaplama aracı değil; aynı zamanda proje yönetimi, veri bütünlüğü ve karar destek mekanizmasının merkezidir. Yazılım Satın Alma Sürecinde Karşılaşılan Zorluklar Yazılım tedarik süreci, kurumların dijital dönüşüm yolculuğunda kritik bir aşamadır. Ancak, bu süreç hem kamu kurumlarında hem de özel sektörde farklı dinamikler nedeniyle aksayabilir. 1. Kamu Kurumları: Bürokrasi ve Yasal Sınırlamalar Kamu kurumları, Kamu İhale Kanunu, bütçe kısıtları ve uzun onay süreçleri nedeniyle esnek hareket edemez. • Teknik bilgi eksikliği yanlış yazılım seçimine yol açar. • Kapsamın yanlış tanımlanması işlevselliği sınırlar. • İhale prosedürleri süreci uzatır. Çözüm: Ön analiz raporları hazırlanmalı, bağımsız danışmanlık alınmalı ve teknik şartnameler mühendislik ekibiyle birlikte hazırlanmalıdır. 2. Özel Sektör: Hızlı Karar, Yanlış Tercih Riski Özel sektörde mühendislik ekipleri ihtiyacı belirlese de, karar çoğunlukla teknik bilgisi sınırlı üst yönetim tarafından verilir. • İhtiyaçların net tanımlanmaması uyumsuz yazılım alımına yol açar. • Maliyet odaklı yaklaşım uzun vadeli verimliliği düşürür. Çözüm: Karar sürecinde teknik ve mali değerlendirmeler paralel yürütülmeli, üst yönetim teknik eğitimlerle bilgilendirilmelidir. 3. Satın Alma Departmanının Sınırlı Katılımı Satın alma ekipleri genellikle sürecin son aşamasında devreye girer ve teknik detaylara hâkim değildir. • Bu durum bütçe aşımlarına, • Proje gecikmelerine • ve uyumsuz yazılım alımına neden olabilir. Çözüm: Satın alma ekipleri baştan sürece dahil edilmeli, teknik yeterlilik eğitimi almalıdır. 4. Satıcıların Sorumluluğu Yazılım sağlayıcılarının da dikkat etmesi gereken noktalar vardır: • Müşterinin ihtiyaçlarını dinlemek, • Şeffaf demo süreçleri yürütmek, • Aşırı agresif satış taktiklerinden kaçınmak. Başarılı Bir Yazılım Satın Alma Süreci İçin 4 Altın Kural 1. İhtiyaç Analizi: Teknik ve fonksiyonel gereksinimler net şekilde tanımlanmalı. 2. Çok Disiplinli Ekip: Mühendislik, satın alma ve yönetim aynı masada olmalı. 3. Piyasa Araştırması: Sektör trendleri, rakip uygulamalar ve referanslar incelenmeli. 4. Satıcı Değerlendirme: Teknik destek, fiyatlandırma ve garanti koşulları karşılaştırılmalı. Termik santral yatırımları gibi yüksek bütçeli ve kritik projelerde, doğru yazılım seçimi operasyonel verimliliğin ve yatırımın sürdürülebilirliğinin temelidir. Kamu ve özel sektör, yazılım alımını salt bir ticari işlem olarak değil; stratejik bir yatırım olarak görmelidir. Unutulmamalıdır ki, “Doğru yazılım, projenin yarısıdır.” ⸻

Friday, August 08, 2025

Tengiz

Tengiz Petrol Sahasında Kültürel ve Kişisel Yolculuklar 1996 yılında Kazakistan’daki Tengiz petrol sahasında görev yaparken tanıştığımız genç, yetenekli ve idealist yabancı mühendislerin hayatı zamanla bambaşka yönlere evrildi. O dönem, sahada sadece teknik süreçler değil, aynı zamanda derin kültürel ve insani etkileşimler de yaşanıyordu. Dostoyevski ve Tolstoy’un romanlarında sıkça karşımıza çıkan zarif, eğitimli, samimi ve romantik Rus ile Kazak kadın karakterlere benzer nitelikte genç kadınlar, sahada görev yapan uluslararası mühendislerin yaşamlarına dokundu. Kimi zaman kısa süreli birer aşk hikâyesiyle başlayan bu ilişkiler, çoğunlukla kalıcı evliliklerle sonuçlandı. Tengiz’in çöl ikliminde, zorlu yaşam koşulları altında şekillenen bu yakınlaşmalar, yalnızca bireysel tercihlerle sınırlı kalmadı. Aynı zamanda kültürel etkileşim ve göç olgusunu da beraberinde getirdi. Bazı Kazak kadınlar, evlendikleri eşlerinin görev yaptığı Louisiana (ABD), Londra (İngiltere) ya da İstanbul (Türkiye) gibi büyük şehirlere taşınarak yeni hayatlara yelken açtı. Uzun süren Sovyet yönetiminin etkisiyle, yerel mühendislerde mülkiyet duygusu ve sahiplenme refleksi oldukça sınırlıydı. Buna karşılık Batılı ve Türk mühendisler, sahip oldukları profesyonel eğitim ve kültür gereği daha yüksek düzeyde inisiyatif alma, sahiplenme ve yönetme eğilimi gösteriyordu. Türk müteahhit firmalar, sahada genellikle 28/28 rotasyon (28 gün çalışma, 28 gün izin) sistemini uygulamak yerine, personeli 6 ay boyunca sahada tutmayı tercih ediyorlardı. Bu uzun süreli izolasyon ve zorlu yaşam koşulları, çalışanlarda sürmenaj, tükenmişlik sendromu ve depresyon gibi ciddi psikolojik sorunlara yol açıyordu. Sahada geliştirilen bireysel çözüm çoğu zaman insan ilişkileri oldu. Kazak kadınlarla kurulan dostluklar zamanla sevgililiğe, ardından evliliğe dönüştü. Bu evliliklerden doğan çocuklar, kültürlerarası birlikteliğin en somut ve umut verici meyvelerinden biri hâline geldi. Bazı şirketler, bu kültürel yakınlaşmayı sadece tesadüfi bir gelişme olarak görmedi; aynı zamanda sosyal uyumu güçlendiren bir unsur olarak destekledi. Genetik ve kültürel çeşitliliğin bir araya geldiği bu evlilikler, sahadaki hayatın teknik yönleri kadar insani yönlerinin de ne kadar güçlü olabileceğini gösterdi. 1996 Tengiz sahasında başlayan bu yolculuklar, sadece enerji sektörünün değil, insan ruhunun ve kültürlerarası etkileşimin de birer hikâyesi olarak hatırlanmaya devam ediyor. ⸻

Elektrik talebinde yeni zirve

Türkiye Elektrik Talebinde Tarihi Zirve: 28 Temmuz’da 59.199 MWh 28 Temmuz 2025’te Türkiye’nin elektrik tüketimi saatlik bazda 59.199 MWh’ye ulaşarak rekor kırdı. Anlık (puant) yük ise 59.387 MW ile bugüne kadarki en yüksek seviyeye çıktı. Ülke genelinde etkili olan sıcak hava dalgası nedeniyle soğutma talebi hızla artarken, sistemin yükü de olağanüstü seviyelere ulaştı. Türkiye’nin 120.000 MW kurulu gücü bulunmasına rağmen, bu gücün her an kullanıma hazır olmaması emre amadelik sorununu tekrar gündeme getirdi. Güneş enerjisi santralleri gündüz saatlerinde önemli katkı sağlarken, akşam saatlerinde üretimin düşmesiyle yük yeniden doğalgaz ve kömür santrallerine kaydı. Linyit santralleri ise çeşitli nedenlerle tam kapasite devreye giremedi. Uzmanlar, benzer dalgalanmalara karşı elektrik sisteminin daha esnek hale getirilmesi için depolama, talep tarafı yönetimi ve yenilenebilir kaynakların desteklenmesi gerektiğini vurguluyor.

Almanya’nın yeni insanları

Almanya’nın Yeni İnsanları 1960’lı yıllarda Almanya, II. Dünya Savaşı sırasında kaybettiği genç iş gücünü telafi etmek amacıyla Türkiye, İtalya, Yunanistan ve eski Yugoslavya cumhuriyetleri gibi ülkelerden işçi alımı yaptı. Türkiye’den Almanya’ya giden işçilerin büyük bir bölümü köy veya küçük kasaba kökenliydi; bir kısmı ise büyük şehirlerin varoş mahallelerine yeni göç etmiş insanlardı. Bu işçiler, Almanya’ya gitmeden önce sağlık kontrollerinden geçirilip “çalışmaya elverişli” raporu aldıktan sonra kömür madenlerinde ve seri üretim bantlarında çalışmaya başladılar. Çoğu Almanca öğrenmekte zorlandı; dili öğrenebilenler ise genellikle yalnızca temel düzeyde, kırık dökük konuşabiliyordu. Zamanla ailelerini yanlarına getirdiler ve çocukları Alman okullarında eğitim almaya başladı. Bu çocuklar için Almanca, kaçınılmaz olarak ikinci dil değil, fiilen ana dil hâline geldi. Entegrasyon sağlayabilenler Alman vatandaşlığına geçti, ancak köy ve kasaba alışkanlıklarını korumaya devam ettiler. Alman toplumunda bu ilk nesil Türk işçileri, “az eğitimli, kurnaz, kural tanımayan, işsizlik sigortasından yararlanan ve ucuz işlerde çalışan” bir grup olarak algılandı. Çoğu muhafazakâr, sağcı, milliyetçi ve dindar olan bu insanlar, kendi kültürel normlarına sıkı sıkıya bağlı kaldılar. Almanlar ise çoğunlukla bu grubu görmezden geldi, hatta zaman zaman hor gördü. 2000’li yıllara gelindiğinde Almanya’ya bu kez üniversite mezunu, en az bir yabancı dil bilen, seküler, liberal ve etik değerlere bağlı bir göçmen grubu gelmeye başladı. Bu yeni göçmenler, çoğunlukla Türkiye’nin hızla otoriterleşen siyasi ortamından kaçan büyük şehir insanlarıydı. Almanya’da daha önce pek görülmemiş bir Türk profili ortaya çıktı: kültüre, edebiyata ve müziğe katkı sağlayan; opera, konser ve sergi gibi etkinliklere katılan bireyler. Bu yeni grup, önceki Türk işçi imajıyla neredeyse hiçbir ortak noktası olmayan bir tablo çizdi. Benzer durumlar, diğer göçmen gruplarında da gözlemleniyor. Gelen sığınmacılar arasında iyi eğitimli olanlar hızla entegre olup topluma karışırken, uyum sağlayamayanlar sorun yaşıyor ve bazıları iade edilerek sınır dışı ediliyor. Bugün Almanya’da bu iki farklı Türk profili birbirinden oldukça uzak bir yaşam sürüyor. Bir yanda sağcı, muhafazakâr, milliyetçi, kurnaz ve az eğitimli “Almancı” yeni kuşaklar; diğer yanda ise iyi eğitim almış doktorlar, mühendisler ve girişimciler bulunuyor. Bu iki grup arasında nasıl bir toplumsal entegrasyon sağlanacağı ise hâlâ belirsizliğini koruyor. ⸻

Kız torun

Kız Torun ve Uzayan Ömür Derler ki, “Kız torun insanın ömrüne on yıl ekler.” Bu söz, belki bilimsel verilerle ispatlanmış değildir ama hayatın içinden gelen bir gerçeği yansıttığı kuşkusuz. Hele de torununuzun ilk gülümsemesiyle tanıştığınız o an, zaman birden yavaşlar. Yılların yorgunluğu çekilir gider, yerine tarif edilemez bir huzur yerleşir. Kız torun, sadece bir evlat çocuğu değil; geçmişin birikimi, geleceğin umudu, bugünün neşesidir. Onun minicik elleriyle tuttuğu her parmak, yaşama tutunmak için bir başka neden olur insana. Erkek evlat da kıymetlidir elbette, ama kız torun kalbe başka türlü dokunur. Annenizi, eşinizi, kızınızı bir anda yeniden yaşatıverir. Her bakışında bir şefkat, her seslenişinde bir müjde vardır. İleri yaşlarında bir büyük için, torun demek zamanın geriye sarılması gibidir. Ama kız torun bambaşkadır; saçındaki toka, eteğindeki fırfır, oyunlarındaki incelikle hayatın yumuşak tarafını yeniden hatırlatır. Sertleşmiş, köşelenmiş yüreğinizde bile bir yumuşama başlar. Kız torununuz varsa artık televizyonda çizgi film izlemek, küçük elbiseler dikmek, oyuncak çay partisine davet edilmek sıradan işler haline gelir. İşte bu yüzden ömür uzar. Sayılarla, ilaçlarla değil; sevgiyle, umutla, gülüşlerle. Kız torun, yaşlılık hüznüne karşı hayatın en etkili panzehiridir. Damar sertliğini değil, kalp yumuşaklığını getirir. Bir insanın ömrüne on yıl eklenmesi mucizevi bir durumdur. Ama bazen bir gülüş, bir “dede” ya da “anneanne” sesi yeterlidir. Kalp tekrar atmaya başlar, yaşama yeniden bağlanılır. Kız torun insanın ömrünü gerçekten uzatır mı? Belki de mesele ömür değil; o ömrün içinin doluluğudur. Sevgiyle, neşeyle, kahkahayla, umutla. Bazen bu da on yıl değil, bir ömür eder. ⸻

Sunday, August 03, 2025

Kalamış

Kalamış’ta Bir Evin Hatırası Annem Hadiye Hanım’ın babası, dedem Abdülkadir Bey ile kardeşine, Aksaray Kıztaşı’ndaki bahçeli küçük ev babalarından miras kalmış. Annem Hadiye Hanım henüz beş yaşındayken, yani 1930 yılında, dedem Abdülkadir Bey genç yaşta geçirdiği kalp krizi sonucu vefat etmiş. Bunun üzerine dul annesiyle yetim kızı, evin üst katında yaşamaya başlamış; alt katı ise kiraya vermişler. Anneannem Fatma Müzeyyen Hanım, mahalle terzisi olarak çalışmış. Bu meslek benim çocukluğumda da vardı. Terzi kadın, tüm gün evde kalır; moda dergilerinden modeller göstererek genç kızlara ve hanımlara uygun elbiseler seçtirir, sonra alınan kumaşları kesip teyel diker, prova alır ve işi bırakırdı. Elbiselerin dikimi ev sahiplerine kalırdı. O zamanlar konfeksiyon yoktu; herkes kendi elbisesini dikerdi. Kadınlar bu yüzden çok daha şık olurdu. Uzun süre ortalarda görünmeyen Abdülkadir Bey’in kardeşi, evin ve bahçenin satışı için “izale-i şuyu” (ortaklığın giderilmesi) davası açmış. Dava yıllarca sürmüş. Nihayetinde, annem Gazi Terbiye Enstitüsü’nü bitirip İstanbul Kız Enstitüsü’nde öğretmenliğe başladığında dava sonuçlanmış. Mahkeme kararıyla ev satılmış. Satış bedelinin yarısı Abdülkadir Bey’in payı olarak ayrılmış; bu payın yarısı Fatma Müzeyyen Hanım’a, diğer yarısı ise iki kızına verilmiş. Fatma Müzeyyen Hanım ve kızı Hadiye’ye düşen miktar az bir paraymış. Ev elden gitmiş, herkes payını almış. Suzan Teyze’nin ailesi Ankara’dan gelip kendi paylarını almışlar, kızların evlenme masrafları için harcamışlar. Bu paraya daha sonra babam İsmail Bey katkıda bulunmuş. Babamın Antalya Lisesi’nden sınıf arkadaşı Fahrünnisa Elmalı Hanım, İstanbul Kalamış’ta Elmalı Apartmanı’nın karşısındaki parselde yer alan, altı taş, üstü ahşap ev ile arkasındaki kâgir (taş) yapıyı satın almalarını tavsiye etmiş. Evi almışlar, böylece İstanbul’da bir ev sahibi olmuşuz. Önceki evin alt katı inşaat malzemeleri için depo, üst katı ise oda oda kiraya verilmiş. Arkadaki daha geniş, tek katlı ev ise iki ayrı aileye kiralanırmış. Yaz aylarında, kiracıların ayrıldığı zamanlarda tatilimizi burada geçirirdik. Ben, kiracı çocuklarıyla ahşap evin üst katında, geniş orta salonda oynardım. Kiracılardan biri, duvar ustası Agop Usta idi. Alt katta inşaat malzemesi depolardı. Daha sonra babamla anlaştı, alt ambara tuğlalarla bölmeler yaptı, yaşanacak bir alan oluşturdu ve ailesiyle buraya taşındı. Zamanla duvarcılığı bırakıp müteahhit oldu. Yapsat usulü binalar yaparak zenginleşti. Babam ise kiracılarla uğraşmaktan bıkınca, kira toplama işini yaşlı bir emlakçı olan Osman Bey’e devretti. Osman Bey kiraları toplar, babama “Değerli Huzura” diye başlayan uzun mektuplarla rapor verirdi. Yıllar sonra başka bir müteahhit çıkageldi. “Bu evleri yıkalım, dört katlı sekiz dairelik betonarme bir bina yapalım, size üç daire vereyim,” dedi. Teklif kabul edildi. Orta kattaki iki daire ve alt kattaki ön cepheli bir daire bize kaldı. İnşaat iki-üç yıl sürdü. Bu süre boyunca müteahhit babama aylık ödeme yaptı. İnşaat bitince daireleri tekrar kiraya verdik. Müteahhit, bu projeden kazandığı parayla Kadıköy merkezde bir arsa ve eski bir bina alarak büyük bir iş hanı yaptırdı. O da çok zengin oldu. Kalamış Reşit Paşa’daki bu evden çocukluk anılarım çoktur. Yaz aylarında, adli tatil boyunca burada geçirdiğim günler en keyifli zamanlardı. Şimdiki Caddebostan Migros’un bulunduğu yerde büyük bir gazino vardı. Arkalarda oturur müzik dinlerdik. Haldun ve ben tahta sandalyelerde uyurduk. Erol Büyükburç, gençliğinde burada sahneye çıkardı. Sabahat Teyze ile Galip Amca dans yarışmasında burada birincilik kazanmışlardı. O dönem Caddebostan Gazinosu’nun bulunduğu yer, Anadolu yakasında troleybüs hattının son durağıydı. Troleybüs oradan dönerdi. Bir gece, dönüş yolunda troleybüse binemedik, çok kalabalıktı. Nasıl döndüğümüzü hatırlamıyorum. Herhalde taksiye binmişizdir. Onca yolu yürümüş olmamız pek mümkün değil. 1977’de ailem Kalamış’a taşındı. Kardeşim Haldun, ODTÜ Elektrik-Elektronik Mühendisliği son yılını Paris Caddesi’ndeki bir öğrenci evinde geçirdi. Biz o sırada Şeker Apartmanı’ndaydık. 1977’den 2010 yılına kadar ailem Kalamış Şen Sokak’taki evde oturdu. Ben 2000 yılında bir yıl Süzer firmasında çalışırken, hafta içi onların evinde kalırdım. Akşam yemeklerinde birlikte sofraya oturur, eski günleri konuşurduk. Annemin sebze ağırlıklı yemekleri ise her zaman nefisti. ⸻

Saturday, August 02, 2025

Doğum günüm

Bugün Özel Bir Gün: Doğum Günüm Bugün benim doğum günüm. Annem Hadiye Hanım, o anı hâlâ tüm detaylarıyla hatırlar. 12-13 Ağustos 1951 gecesi, saat 00.10’da dünyaya gelmişim. Doğduğum odada bir duvar saati varmış; annem her ayrıntıyı canlı bir şekilde anımsar. Annem, tahmini doğum tarihinden yaklaşık yirmi gün önce Cihanbeyli’den Ankara’ya getirilmiş. Babam İsmail Bey, onu doğum için başkente bırakmış. Sonrasında kuzeni Suzan Teyze ve ailesi anneme göz kulak olmuş. Doğum sancıları başlayınca annemi Ankara Cebeci Doğumevi’ne —bugünkü adıyla Zekai Tahir Kadın Doğum Hastanesi— götürmüşler. Doğum sürecini yakından takip etmişler. Benim dünyaya geldiğim haberini babama telgrafla ulaştırmışlar. Babam o sırada Cihanbeyli Adliyesi’nde bir koyun hırsızının duruşmasındaymış. Sevinçli haberi alınca mutluluktan adeta sarhoş olmuş, anlatılanlara göre sanığı serbest bırakmış. Hemen yola çıkmış, yoldan geçen bir kamyona binmiş ve yaklaşık dört saatlik bir yolculukla Ankara’ya, yanımıza gelmiş. Suzan Teyze’nin anlattığına göre doğduğumda kırmızı bir yüzüm varmış ama “Bu bebek çok tatlı olacak,” demiş. Annem toparlandıktan sonra ailecek Cihanbeyli’ye dönmüşüz. İlk yılımda anneannem Fatma Müzeyyen Hanım bana bakmış. Bugün için minnettarım. Geçen yıllara, yaşanmışlıklara, sevdiklerime ve hayata şükrediyorum. Size en içten selamlarımı gönderiyorum. Her şey gönlünüzce olsun. ⸻

Saturday, May 24, 2025

Yazılım Satın Alma Süreci: Zorluklar ve Dikkat Edilmesi Gereken Hususlar

Enerji sektöründe yeni bir termik santral yatırımı planlıyorsanız, mevcut standart yazılımlar bu süreci yönetmek için yetersiz kalacaktır. Excel gibi temel araçlar, bu denli karmaşık projelerin ihtiyaçlarını karşılamaz. Bu nedenle, uluslararası alanda kullanılan, kapsamlı ve güvenilir yazılımlara ihtiyaç duyulmaktadır. Yazılım olmadan bu süreci etkin bir şekilde yönetmek mümkün değildir. İnternet üzerinden araştırma yaparak, demo programları incelemeniz faydalı olacaktır. Yazılım Satın Alma Süreci: Genel Bakış Yazılım satın alma süreci, kurumların dijital dönüşüm yolculuklarında kritik bir aşamadır. Ancak, bu süreç genellikle zorlu ve hassas bir yapıya sahip olup, çeşitli engel ve aksaklıklarla karşılaşılabilir. Kamu kurumları ve özel sektör şirketleri için bu süreç, dikkatli bir şekilde yönetilmediği takdirde istenmeyen sonuçlara yol açabilir. Yazılım alım süreci, yalnızca yazılımın kalitesine değil, aynı zamanda sürecin etkin bir şekilde nasıl yönetildiğine de bağlıdır. Kamu Kurumlarının Yazılım Satın Alma Zorlukları Kamu kurumları, yazılım alım sürecinde çeşitli bürokratik engeller ve yasal düzenlemelerle karşılaşmaktadır. Kamu ihale kanunları ve bütçe sınırlamaları, bu kurumların yazılım satın alımını zorlaştırabilir. Genellikle büyük ölçekli projelere ihtiyaç duydukları için yazılım seçiminde daha fazla titizlik gerektirir. Ancak, yazılım alımı genellikle uzun bir süreçtir; çünkü her adımda farklı onay mekanizmaları ve bürokratik prosedürler bulunur. Bürokratik engeller ve yazılımın kapsamının yanlış belirlenmesi, yazılımın kurumun ihtiyaçlarına uygun olmamasına yol açabilir. Bu nedenle, kamu kurumlarının yazılım alım sürecinin dikkatli bir şekilde planlanması ve yönetilmesi büyük önem taşır. Ayrıca, teknik bilgi eksiklikleri ve belirli yazılım çözümlerinin uzun vadeli faydalarının tam olarak anlaşılmaması, bu süreçteki başarısızlık oranını artırabilir. Büyük Özel Şirketlerde Yazılım İhtiyacı ve Karar Verme Süreci Büyük özel sektör şirketlerinde yazılım ihtiyacı genellikle mühendislik departmanları tarafından belirlenir. Bu departmanlar, belirli yazılımlar için ihtiyaç duyduklarında, taleplerini üst kademelere ileterek yazılımın kapsamını belirlerler. Daha sonra, karar vericilerden onay alınır ve yazılım alım süreci başlar. Burada dikkat edilmesi gereken en önemli nokta, mühendislik ekiplerinin yazılımın şirketin iş süreçlerine nasıl katkı sağlayacağı konusunda net bir değerlendirme yapmasıdır. Karar vericiler genellikle teknik konularda sınırlı bilgiye sahip olabileceği için, yazılım seçim süreci bazen belirsiz hale gelebilir. Eğer yazılımın gereksinimleri doğru şekilde tanımlanmazsa, yazılımın şirketin ihtiyaçlarına cevap vermesi güçleşebilir. Bu nedenle, yazılım seçiminde mühendislik ekiplerinin önceden kapsamlı bir analiz yaparak ihtiyaçları net bir şekilde belirlemeleri önemlidir. Aksi takdirde, şirketin operasyonel verimliliği ve süreçleri olumsuz etkilenebilir. Satın Alma Sürecinde Yaşanan Sorunlar: Satın Alma Departmanının Rolü Satın alma departmanı, yazılım alım sürecinin genellikle son aşamasında devreye girer. Ancak, bu departman çoğu zaman yazılımın teknik özellikleri hakkında yeterince bilgiye sahip olmayabilir. Satın alma departmanlarının, yazılım alım sürecine yeterince dahil edilmemesi, sürecin doğru yönetilememesine yol açabilir. Bu durum, yazılım alımında yanlış kararların verilmesine neden olabilir. Satın alma departmanları, genellikle yeni teknolojiler ve yabancı yazılımlar hakkında sınırlı bilgiye sahiptir. Bu da, yazılım alımını zora sokar. Satın alma departmanlarının bu durumu aşabilmesi için, yazılımın teknik detayları ve kullanım koşulları hakkında daha fazla bilgi edinmeleri gereklidir. Ancak çoğu zaman, yazılım alım süreci iptal edilir veya ertelenir. Bu da, şirketin ihtiyaçlarına uygun bir yazılımın bulunamamasına neden olabilir. Satıcıların Stratejisi: Kontrollü ve Dikkatli Yaklaşım Yazılım sağlayıcılarının bu süreçteki rolü büyük önem taşır. Satıcılar, alıcıların ihtiyaçlarını anlamalı, ancak çok fazla inisiyatif göstermemelidir. Yazılım alım sürecinde, alıcıların karar verme süreçlerinde kararsızlık yaşaması sık rastlanan bir durumdur. Bu durum karşısında satıcılar, fazla baskı yapmaktan kaçınmalıdır. Satıcıların, yazılımın faydalarını açık bir şekilde anlatırken, alıcıları zor durumda bırakmamaları gerekir. Aksi takdirde, yazılım sağlayıcısı ile alıcı arasında bir güven sorunu oluşabilir ve süreç olumsuz yönde ilerleyebilir. Bu nedenle, satıcılar yanıtlarını sınırlı ve kontrollü bir şekilde vermeli, gereksiz önerilerde bulunmaktan kaçınmalıdır. İyi Yönetilen Bir Yazılım Satın Alma Süreci İçin İpuçları Yazılım satın alma süreci karmaşık bir yapıdadır ve her aşamada dikkatli bir yönetim gerektirir. Kamu kurumları ve büyük özel sektör şirketlerinin yazılım satın alma sürecinde başarılı olabilmesi için aşağıdaki ipuçları önemlidir: 1. İhtiyaçların Net Bir Şekilde Belirlenmesi: Yazılımın gereksinimleri baştan net bir şekilde tanımlanmalıdır. Bu, yazılımın şirketin ihtiyaçlarına uygun olmasını sağlar. 2. Karar Vericilerin Eğitilmesi: Karar vericiler, yazılımın teknik ve işlevsel gereksinimlerini anlamalıdır. Eğitim ve bilgi paylaşımı, doğru kararlar alınmasına yardımcı olur. 3. Satın Alma Departmanının Bilgilendirilmesi: Satın alma departmanı, yazılımın teknik özellikleri hakkında detaylı bilgi sahibi olmalıdır. Bu, alım sürecindeki hataları önlemeye yardımcı olur. 4. Satıcıyla İyi İletişim: Satıcılar, alıcıyı zor durumda bırakmadan, yazılımın faydalarını açık bir şekilde anlatmalıdır. Bu, sağlıklı bir ilişki kurulmasını sağlar. Yazılım satın alma süreci doğru yönetildiğinde, kurumlar için önemli faydalar sağlar. Ancak sürecin her aşamasında dikkatli ve bilinçli bir yaklaşım sergilenmesi, başarıyı garanti altına alacaktır. Bu sürecin yönetilmesi, kurumların dijitalleşme yolundaki en önemli adımlarından biridir. “Excel ile termik santral modellemeye çalışmak, kağıttan uçakla okyanus geçmeye benzer." Ankara 16- Nisan 2025

TANAP: Türkiye’nin Enerji Koridoru Olma Vizyonunun Omurgası

Giriş 21. yüzyılda enerji, sadece ekonomik değil, aynı zamanda siyasi ve jeostratejik bir güç unsuru haline gelmiştir. Türkiye, konumu itibarıyla enerji üreticisi ve tüketicisi ülkeler arasında doğal bir köprü işlevi görmektedir. Bu bağlamda TANAP (Trans Anadolu Doğalgaz Boru Hattı Projesi), Türkiye’nin bu konumunu somutlaştıran en büyük altyapı yatırımlarından biri olarak öne çıkmaktadır. TANAP Hakkında Genel Bilgi TANAP, Azerbaycan’ın Hazar Denizi’ndeki Şah Deniz 2 sahasında üretilen doğalgazı Türkiye üzerinden Avrupa’ya taşıyan uluslararası bir doğalgaz boru hattıdır. Proje, Güney Gaz Koridoru’nun en uzun ayağını oluşturur. • Toplam Uzunluk: Yaklaşık 1.850 km • Hat Çapı: 56 inç (bazı kesimlerde 48 inç) • Taşıma Kapasitesi: İlk etapta 16 milyar m³/yıl (6 milyar m³ Türkiye’ye, 10 milyar m³ Avrupa’ya), ileride 31 milyar m³’e çıkarılabilir • Başlangıç ve Güzergah: Ardahan (Türkiye-Gürcistan sınırı) → Edirne/İpsala (Yunanistan sınırı) • Ülkeler: Azerbaycan → Gürcistan → Türkiye Teknik ve Çevresel Detaylar Kompresör ve Ölçüm İstasyonları TANAP boru hattı boyunca 7 kompresör istasyonu, 4 ölçüm istasyonu ve 11 pig istasyonu planlanmış; bu sayede yüksek basınçla gazın uzun mesafelere iletimi sağlanmaktadır. Çevresel Etki ve Sürdürülebilirlik Proje, Dünya Bankası ve Avrupa Yatırım Bankası’nın çevresel ve sosyal kriterlerine uygun şekilde yürütülmüştür. Tarım arazilerinin rehabilitasyonu, yaban hayatı geçiş yolları, yerel halkla iletişim ve sosyal destek projeleriyle örnek bir ÇSED uygulaması gerçekleştirilmiştir. Ekonomik Boyut Yatırım ve Finansman Başlangıçta yaklaşık 11.7 milyar dolar olarak öngörülen yatırım tutarı, maliyet düşürücü önlemlerle 6.5 milyar dolara indirildi. Finansman, Avrupa İmar ve Kalkınma Bankası (EBRD), Dünya Bankası ve Asya Altyapı Yatırım Bankası (AIIB) gibi kurumlardan sağlandı. Gelir ve Kapasite Yıllık yaklaşık 15-16 milyar m³ doğalgaz taşımacılığı karşılığında yaklaşık 1.5 milyar dolar gelir elde edilmektedir. Kapasite artırımıyla birlikte bu gelir potansiyeli katlanabilir. İşgücü ve İnsan Kaynağı İnşaat Dönemi İnşaat aşamasında doğrudan ve dolaylı olarak 13.000’in üzerinde kişi istihdam edildi. Türkiye’nin farklı bölgelerinden birçok taşeron ve mühendislik firması projeye dahil edildi. İşletme Aşaması Ankara ve Eskişehir’de ofisleri bulunan TANAP, yüzlerce nitelikli personel ile bakım, izleme ve operasyon süreçlerini yürütmektedir. Jeopolitik ve Stratejik Önemi TANAP, Avrupa’nın enerji arz güvenliği açısından kritik bir projedir. Rus doğalgazına alternatif bir kaynak sağlayarak, enerji kaynaklarını çeşitlendirme stratejisinde kilit rol üstlenmektedir. • Türkiye’nin enerji merkezi olma hedefi açısından TANAP, hem transit ülke konumunu hem de jeopolitik etkisini güçlendirmektedir. • Azerbaycan ile stratejik ortaklık, bu proje ile kurumsallaşmış ve kalıcı hale gelmiştir. • TANAP, Avrupa Birliği’nin enerji güvenliği politikalarının doğrudan parçası haline gelmiştir. Diğer Enerji Projeleriyle İlişkisi TAP (Trans Adriyatik Boru Hattı) TANAP’ın İpsala’da TAP’a bağlanmasıyla Azeri gazı Yunanistan, Arnavutluk ve Adriyatik Denizi üzerinden İtalya’ya ulaşır. Böylece TANAP, TAP sayesinde Avrupa pazarına entegre olur. BTC (Bakü-Tiflis-Ceyhan) BTC petrol taşırken TANAP doğalgaz taşır. Her ikisi de Türkiye’nin doğu-batı enerji koridorundaki stratejik rolünü perçinler. BTC’nin oluşturduğu altyapı ve güvenlik zemini TANAP’a öncülük etmiştir. BOTAŞ TANAP’ın Türkiye’deki %30 ortağı olan BOTAŞ, iç tüketime yönlendirilen doğalgazın ana alıcısıdır. BOTAŞ’ın Türkiye doğalgaz piyasasındaki tecrübesi projeye lojistik ve teknik katkı sunmaktadır. Şahdeniz 2 ve Güney Gaz Koridoru TANAP, Şahdeniz 2 sahasından başlayıp TAP’a uzanan Güney Gaz Koridoru’nun tam ortasında yer alır. Bu hat sayesinde Avrupa, Rusya dışı kaynaklardan doğalgaz temin edebilmektedir. TANAP, sadece bir enerji altyapı projesi değil, aynı zamanda Türkiye’nin enerji diplomasisi, jeopolitik önemi ve bölgesel iş birliklerinin bir sembolüdür. Avrupa’nın arz güvenliği, Azerbaycan’ın ekonomik geleceği ve Türkiye’nin enerji merkezi olma vizyonu, TANAP sayesinde ortak bir noktada buluşmaktadır. Önümüzdeki dönemde kapasite artırımı, yeni bağlantılar ve enerji çeşitliliği projeleriyle TANAP’ın etkisi daha da artacaktır.

Büyükada’da İlkbahar: Huzurun Yapı Gürültüsüne Yenildiği Mevsim

Büyükada’da ilkbahar yalnızca doğanın değil, aynı zamanda betonun ve makine seslerinin de uyanışı demek. Kış boyunca sessiz kalan sokaklar, baharın ilk günleriyle birlikte bambaşka bir yüz kazanıyor. Çarşıda hummalı bir yenilenme var: Dükkanlar el değiştiriyor, yeni kiracılar mekânlarını şekillendiriyor, esnaf sezon hazırlığında. Ancak bu hazırlıklar, adanın dokusuna yerleşmiş dinginlik duygusunu zedeliyor. Hilti sesleri dar sokaklarda yankılanıyor. Alçı tozları, demir parçacıkları rüzgârla birlikte burnunuza kadar ulaşıyor. Sakinlik umuduyla gelenler, kendilerini adeta bir inşaat alanında buluyor. Elektrikli araçların gelişiyle, eskiden yalnızca yürüyerek veya at arabalarıyla ulaşılan yüksek bölgeler artık motorlu ulaşımın kolaylaştığı yeni sahnelere dönüştü. Bir zamanlar faytonların gitmek istemediği yollar şimdi her türlü malzeme taşıyan araçlara açık. Bu, hem ada ekonomisini kolaylaştırdı hem de mahremiyet hissini azalttı. Sabahın erken saatlerinden itibaren tak tuk sesleri yükseliyor. Çim biçme makineleri çalışıyor. Biçilen çimler torbalara doldurulup hayvan sahiplerine yem olarak satılıyor. Ne zenginmişiz ki, sabahın serinliğinde bile hiç durmadan biçilen çimlerle uğraşacak gücümüz var! Adanın arka bahçelerinde uzanan Hristos Tepesi ise başka bir hikâye anlatıyor. Yağmurla beslenen otlar serbestçe büyüyor. Kimse dokunmuyor. Doğa kendi hâline bırakılmış. Yaz geldiğinde sararıp kuruyacak, sonbaharda yeniden yeşerecek. Bu döngüde tek sabit olan, insan eliyle bırakılmış çöpler. Yaz aylarında şehirden gelen piknikçiler, bu doğal güzellikleri günübirlik ziyaret ediyor. Arkalarında plastik ambalajlar, boş şişeler, izmaritler bırakıyorlar. Toplamak yine yerel halka veya birkaç duyarlı insana kalıyor. Neyse ki yağmurlar bazı izleri siliyor; ama plastikler inatla kalıyor. Büyükada, zaman zaman doğa ile insan arasındaki bitmeyen bir mücadeleye sahne oluyor. Sessizliğin, gürültüye karşı verdiği bu savaşta kimin galip geleceği hâlâ belli değil.

Türkiye'de Nükleer Enerji Üzerine Kişisel Bir Değerlendirme - 2025

Sevgili Enerji Profesyonelleri, Değerli Meslektaşlarım, 1968 kuşağı, ODTÜ Makine Mühendisliği Bölümü'nde “Nükleer”, “Isı” ve “Mekanik” bölümleri olduğunu hatırlayacaktır. “Nükleer” bölümünden çok sayıda lisans, yüksek lisans ve hatta doktora mezunu çıkmış, hepsi nükleer santraller tasarlayabilecek, inşa edebilecek ve işletebilecek özgüvene sahipti. O dönemde, İran gibi diğer Orta Doğu ülkelerinden gelen öğrenciler de Türk meslektaşlarıyla birlikte eğitim alıyordu. İranlı öğrenciler, başlangıçta yoğun bir Azeri Türkçesi aksanıyla konuşurken, zamanla akıcı bir günlük Türkçe’ye geçiş yapmış ve yerel öğrencilerden farksız hale gelmişti. Eğitimlerini tamamlayıp diplomalarını aldıktan sonra ülkelerine dönerek kariyerlerine devam ettiler. Türkiye’de ODTÜ’lü nükleer mezunları, Türkiye Elektrik Kurumu’nun Nükleer Enerji Bölümü’nde çalışmaya başladılar. Ancak geçen yıllar boyunca Türkiye, nükleer çağın gerisinde kaldı. Nükleer enerji planlarında ciddi bir ilerleme kaydedilemedi; aksine, nükleer ihalelerde yolsuzluk haberleri gündeme geldi. 2000’li yılların başında IMF, bu faaliyetlerin Türk Hazinesi’ne yüksek finansal risk getirdiğini belirterek nükleer enerji ihalelerinin durdurulmasını istedi ve çalışmalar sona erdi. 1960’larda kurulan Türkiye Elektrik Kurumu Nükleer Enerji Bölümü kapatıldı; çoğunluğu ODTÜ mezunu mühendisler ya başka birimlere transfer oldu ya da kurumu terk etti. 1968’den bu yana yaklaşık 57 yıl geçti. O heyecanlı ODTÜ mezunları bu süreçte neler yaptı? Bazıları enerji sektöründe kendi özel şirketlerini kurdu ve büyük başarılar elde etti. Termik santrallerde yüksek kapasiteli kömür transfer sistemleri inşa ettiler, mekanik montaj işleri tamamladılar, özellikle Orta Doğu ve Orta Asya ülkelerinde saha kurulumları gerçekleştirdiler. Bazıları endüstriyel tesisler için çelik yapı üretimi yapan fabrikalar kurdu, bazıları kamuda çalıştı, Bakanlıklarda görev aldı, yüksek prestijli kamu ve özel sektör pozisyonlarına yükseldi. Birçoğu yurt dışına giderek kariyerlerini sürdürdü; ABD, Kanada ve İsviçre gibi ülkelerde nükleer enerji sektöründe üst düzey pozisyonlarda çalıştılar. İranlı ODTÜ mezunları ise kendi ülkelerinin nükleer endüstrisinde önemli roller üstlendi. Bugün, İran nükleer sektöründe karar verici pozisyonlarda ODTÜ mezunlarının yer aldığını biliyoruz. Onlar, nükleer santraller tasarlıyor, inşa ediyor ve yakın gelecekte işletmeye almayı planlıyor. İran’ın nükleer teknolojisindeki son aşamayı, ürünlerini, politikalarını ya da iş ortamını eleştirebilirsiniz, ancak ulaştıkları seviye dikkatle değerlendirilmeli. İran’ın nükleer teknolojisi, bir anlamda ODTÜ Makine Mühendisliği Nükleer Bölümü’nün 1968’lerdeki mirasının ürünüdür. Keşke ODTÜ’nün bu değerli insan kaynağı, Türkiye’de yerel nükleer santraller kurmak ve enerji sorunumuzu çözmek için kullanılabilseydi. 2025 yılına geldiğimizde, enerji sektöründe ciddi bir darboğazla karşı karşıyayız. Kamu ve özel sektördeki büyük oyuncular, bu darboğazı öngörmüş ve art arda toplantılar düzenlemiştir. Ancak Türk enerji piyasası zor bir sektör; kârlılığı düşük, rekabeti yüksek. Kamu kuruluşları yeni yatırımlar için finansal kaynak bulamıyor. Özel sektör, yüksek risk nedeniyle büyük yatırımlardan kaçınıyor. Uluslararası yatırımcılar, Türkiye’deki enerji projelerine finansman sağlamak konusunda isteksiz; yüksek risk algısı nedeniyle yüksek faiz oranları talep ediyorlar. Peki, neden enerji piyasamız ve projelerimiz “finanse edilebilir” değil? Yeni enerji projeleri için hazırlanan belgeler, uluslararası standartlarda “finanse edilebilir belgeler” değil. Hukuki çerçevemiz henüz yeni ve yeterince test edilmemiş. Uluslararası saygın şirketlerden yeni enerji projeleri için teklif istendiğinde, çoğu yanıt bile vermiyor. Fizibilite ve ön fizibilite raporları uluslararası standartları karşılamıyor. Kamu ihaleleri, imkânsız maddeler içerdiği için finanse edilebilir değil. Yerel piyasada milyar dolarlık projeler için hazırlanan fizibilite belgeleri, düşük maliyetle ve düşük kalitede üretiliyor; bu nedenle uluslararası alanda kabul görmüyor. Bugün, herhangi bir saygın uluslararası mühendislik şirketine gidip bir enerji projesi için teklif isteseniz, yanıt almanız zor. ABD ve Fransız şirketlerini geçmişteki gereksiz uluslararası anlaşmazlıklar nedeniyle devre dışı bırakırsanız, geriye yalnızca Rusya, Hindistan, Çin, Kore gibi doğu ülkelerinin şirketleri veya Kanada’nın Candu teknolojisi kalıyor. Bu şirketler, uluslararası nükleer enerji piyasasında yeni oyuncular ve genellikle gelişmekte olan, test edilmemiş teknolojilerle düşük fiyatlar sunuyor. Nükleer santral gerekliliğini abartmamalıyız. 5000 MWe kapasiteli bir nükleer santral ihalesi, eğer yabancı hakimiyetine yol açacaksa, abartılı bir adımdır. Türkiye, 1968’lerdeki muazzam mühendislik ve entelektüel potansiyeline rağmen kendi nükleer teknolojisini geliştiremedi. Sadece nükleer teknoloji değil, basit kömür yakıtlı termik santralleri bile kendi başımıza inşa edemiyoruz. Bu santraller, uzay mekiği değil, çelik boru imalatından ibaret; ancak yerel özel şirketlerimiz yalnızca “inşaat, temel ve saha montajı” gibi düşük kâr marjlı, düşük katma değerli işleri üstlenebiliyor. Niteliksiz veya yarı nitelikli iş gücüne dayalı bu işler, Kazakistan, İrlanda veya Körfez ülkelerinde olduğu gibi yabancı katılımına karşı yerel dirençle karşılaşıyor. Hâlâ büyük projeleri az hazırlıkla tamamlayabileceğimizi düşünüyoruz. Hâlâ düşük maliyetli, kurum içi Excel tablolarıyla “finanse edilebilir fizibilite belgeleri” üretebileceğimize inanıyoruz. Bu yazının yazarı, 30 yılı aşkın enerji sektörü tecrübesiyle, müzakere masasının yabancı tarafında birçok kez bulunmuştur. Yabancı taraf, projenin tüm risklerini hesaplayarak, ciddi ve pahalı “due diligence” çalışmalarıyla hazırlanmış şekilde masaya oturur. Ancak bizim “kurum içi hazırlanmış sözde finanse edilebilir belgeler” sunulduğunda, bu belgeleri “dikkatle inceleyeceklerini” söylerler. Bu inceleme yıllarca sürebilir ve kararları beklemek yıllar alır. Türk halkı, kendi teknolojisini geliştirmesi gerektiğini bilmeli. İnsan kaynaklarına daha fazla destek verilmeli, Ar-Ge’ye daha fazla fon ayrılmalı, genç mühendis mezunlara daha fazla yatırım yapılmalı, yazılım ve donanım ihtiyaçları karşılanmalı. Emin olun, genç mühendislerimiz, uluslararası saygın şirketlerdeki meslektaşlarından farklı değil. Hatta bazı yabancı mühendislik şirketlerinde üst düzey yönetici pozisyonlarında Türk kökenli isimler var. Nükleer santraller, temelde gelişmiş bir termik santral türüdür; bir döngü daha eklenir, yüksek güvenlik önlemleri alınır ve atık sorunu çözülür. Nükleer santraller, enerji güvenliği açısından ek avantajlar sunar. Nükleer teknoloji, nükleer güvenlik ve farkındalık konusunda insanlarımızı eğitmek için iyi bir fırsattır. Coğrafyamız, dış politikamızı olduğu kadar enerji politikalarımızı da şekillendiriyor. Bu coğrafyada nükleer karşıtı bir duruş sergileme lüksümüz yok. Kendi nükleer teknolojimizi geliştirmeli, entelektüel gücümüzü eğitmeli, personelimizi yetiştirmeliyiz. Nükleer karşıtı aktivizmle nükleer teknolojinin detaylarını öğrenemezsiniz; öğrenme, her zaman olduğu gibi yaparak gerçekleşir. Nükleer teknolojinin çok pahalı, değerli ve maliyetli bir mesele olduğunu da unutmamalıyız. Termik enerji üretiminde olduğu gibi sadece parayla elde edilemez. Ülkenizin nükleer teknolojideki gelişim düzeyi, artık savunmasız bir gelişmekte olan ülke olmadığınızı, yüksek teknoloji liginde yer aldığınızı açıkça gösterir. Bu, rakipler için de bir caydırıcılık faktörüdür. Eğer dış politikada taviz vermek istemiyorsanız, kendi yeteneklerinize, daha düşük ve bağımsız bir maliyetle güvenmelisiniz. Bunu ancak genç yeteneklerinizi, en son bilimsel ve entelektüel kapasiteleriyle çalıştırarak, uzun ve zorlu bir yolculukla, kan, ter ve gözyaşıyla başarabilirsiniz. Bu, aynı zamanda bölgedeki “en uygun olanın hayatta kalması” meselesidir. Son söz olarak, eski bir atasözü der ki: “Yapabileceğine inanırsan, yaparsın.” Yorumlarınızı her zaman bekliyorum.