Tuesday, July 29, 2014

Kilimanjaro Ateşi



Değerli Okurlarım,

Bayramınız kutlu olsun. Yazarınız zor konular üstüne yazdığı yazılara devam ediyor. Önce enerji piyasalarında etik sorunlar, iş aleminde doğru iletişim konularını işledik. Bu hafta yurtdışı seyahatlerini anlatacağız. Burda anlattıklarım yaşanmış hikayeler, benim başımdan geçen gerçek olaylar. Bunları biz yaşadık, sizler böyle durumlarla karşılaşırsanız önceden bilin, haberiniz olsun, panik olmayın, kendi çözümlerinizi getirin. Hatta gerekiyorsa dökümante edin. Hepimizin haberi olsun. Yabancılar böyle durumlarda tecrübelerini yazıya dökerler. Hatta kitap haline getirirler. Benim bu makalelerim bakalım ne zaman kitap olacak? Olurmu bilemem??

Amerikalı yazar Ernest Hemingway'in 1936'da yazdığı "Kilimanjaro'nun Karları" isimli kitabını herhalde okumuşsunuzdur. Afrika'da Safari'lerde geçen olayların anlatıldığı bir kısa hikayeler derlemesidir. En çok sevdiği hikayeyi de kitabın ismi olarak kullanmış. Kilimanjaro, Afrika'nın en yüksek dağıdır, deniz seviyesinden 5895 metre yüksekliktedir. 1840'larda Batılılarca yeri belirlenmiş, 19. yüzyılın sonlarında en üst noktaya çıkılmış. Bugün Tanzanya devletinin sınırları içinde kalan bir tabiat harikası mekan. İlk görüldüğünde tepeden aşağıya sarkan buzullar varmış. Bugün artan küresel ısınma yüzünden bu buzullar erimiş, yukarlarda çok az bir bölgede kalmış.

1970'lerde kamu kurumlarında yabancı dil bilen mühendis azdı. Yurtdışından gelen konferans, eğitim, toplantı davetlerine bizden çok az sayıda personel gidebiliyordu. Ulaşım, barınma, otel masrafları daveti yapan uluslararası kurum tarafından ödeniyordu. Bu kurumların bazıları gelişmiş ülkelerin, gelişmekte olan ülke kamu personeline kendi teknolojilerini tanıtmak için kurdukları yardım organizasyonları idi. Ayrıca Birleşmiş Milletlerin kalkınma teşkilatı da benzer toplantılar düzenliyorlardı.

1970'lerde uluslararası seyahatlerin riskleri konusunda çok fazla bilgi yoktu. Bulaşıcı hastalıklar sadece kolera, sarı humma, sıtma ve cinsel hastalıklardı. Onlar da birkaç kutu antibiyotik veya penisilin dozu ile geçer sanılıyordu. Kimsenin AIDS/HIV, Ebola, SARS gibi hastalıklardan haberi yoktu.

1978 yılında UNIDO Birleşmiş Milletler Uluslararası Kalkınma Örgütünün, gelişmekte olan ülkelerin genç mühendislerine sağladığı bir kısa 3-haftalık eğitimine davet edildim. Eğitime gidebilmek için yabancı dil sınavından geçtim. Eğitim için seçilen ülke bizim gibi gelişmekte olan bir Afrika ülkesi Tanzanya oldu. Bizler gelişmekte olan ülkelerden seçilmiş 50'ye yakın genç mühendis idik. Aramızda Afrika ülkelerinden, Uzak Doğu'dan, Güney Afrika'dan gelenler vardı. Kuzey Amerika ve Avrupa ülkelerinden kimse yoktu. Biz hem evsahibi ülke Tanzanya'yı görmek, hem de gelecekteki gelişme politikaları için gerekli beyin fırtınası yapmak için bir araya getirilmiştik.

Ankara'dan kalkan uçakla önce Istanbul, sonra sırasıyla Roma ve AdisAbaba'da aktarma yaptım. sonra Tanzanya'nın ikinci büyük kenti Arusha yakınlarındaki Kilimanjaro havalimanına indim. Bir dönem keya, tanzanya ve Uganda birleşme konularını gündeme almışlar. Üç ülkenin başkenti olarak Arusha seçilmiş. Bir büyük ortak merkezi yönetim binası inşaa etmişler. Sonra bu düşünceden vazgeçmişler, herkes kendi yoluna dönmüş. Koca bir bina boş kalmış. Birleşmiş Milletler burda ortak konferanslar düzenlemeye başlamış.

Arusha aynı zamanda Afrika'da yaban hayatının gözlendiği parklara çok yakın bir kentti. Safari kelimesi Arapça "Seferi" kelimesinin batı dillerine aktarınından ortaya çıkmış. Yaban hayatını gözlemek inin yapılan gezilere verilen ad olmuş. 19. yüzyılda yaban hayvanlarını avlamak için yapılırmış. Sonradan avlanmak çoğu yerde yasaklanmış, sadece bazı fazla üreyenler için hükümetlerin av başına para istedikleri bir zengin sporu olmuş.

Ünlü safari bölgeleri, Ngorongoro ve Serengeti doğal parkları, Manyara gölü Arusha kentine yakındı. Ortak toplantıları yaptık, gelişmekte olan ülkelerin sorunları üstüne beyin fırtınalarını yazıya döktük, sonuçları dökümante ettik, sonra gün aşırı doğal parklarda Safari'ye çıktık. Avlanmak soz konusu değildi, yaban hayvanlarını gözledik, çokça fotoğraflarını çektik.

Bu parklar Kenya, Tanzanya ve Uganda tarafından paylaşılır. Parklar her üç ülkenin ortasında kalır, herbirinin parklarda payı vardır. Parklarda sınır yoktur, yaban hayvanları serbestçe ülkeler arasında dolaşırlar. Her üç ülkeden bu Safari parklarını ziyaret edebilirsiniz. Kenya pazar ekonomisi ile, Tanzanya sosyalist düzenle, Uganda otokratik düzenle idare edilir. Aynı parka Uganda'dan girmek pek akıllıca değildir. Kenya safari programları çok pahalıdır. Tanzanya ise göreceli olarak ucuzdur, ancak programlarda devlet kontrolü aksamalara sebep olabilir. Çoğu kişi reklamlar dolayisiyle sanki Tanzanya opsiyonu hiç yokmuş gibi Kenya'yı seçer ve servet harcarlar. Halbuki Tanzanya daha iyidir, daha ucuzdur, göreceğiniz yaban hayvanları hepsinde aynıdır, mekan zaten aynı yerdir. Üstelik Afrika'nın en yüksek yeri meşhur Kilimanjaro dağı Tanzanya sınırları içindedir.

Parkların yakınlarında içlerinde her türlü konforun olduğu "Lodge" kulübe dağ evlerinden oluşan barınma yerleri vardır. Günümüzde buralarda gecelemenin fiyatı Kenya'da 100-200 ABD Doları iken Tanzanya'da aynı mekan motel odasının geceleme fiyatı 50-60 BD Doları olmaktadır.

Arusha'dan otobüslerle akşam üstü bu motellere geldik. Odalara dağıldık. Sabahları açık büfe kahvaltı sonrasında üstü açık 4x4 off-road LandRover ciplere bindik. Tüm gün açık arazide araba sürdük. Yanımızda sadece fotoğraf kamerası, bol renkli negatif film ve dürbünler vardı.

Ngorongoro kraterinin merkezine götürdüler. Aile olarak yaşayan aslanları izledik. Flamingo gölünde kuşları gördük. Maymunlar, gergedanlar, zürafalar, Afrika'nın vahşi ve gizemli hayatını kayda aldık. Uçsuz bucaksız uzanan yeşil vadilerden, yaban hayatının yoğun olduğu göl kıyılarından geçtik.

Geceleri ortak sosyal mekanlarda akşam yemeği yedik. Odalarda rahat yatak, duş tuvalet, telefon, modern hayatın tüm konforu sağlanmıştı.

Motellerin barında her yaşta, her renkte, her türlü profesyonel servisi vermeye hazır güzel Afrikalı kadınlar vardı. Benzer durumları gelişmekte olan diğer ülkelerin otel lobilerinde de görmüştüm. Grubumuzun Afrika, Asya ve Güney Amerikadan gelen üyeleri ile derhal iletişime girdiler. O zamanlar her türlü sağlık probleminin penisilin ile geçeceği inancı yaygındı.

Akşamları odamda toplantı notları yazdım, getirdiğim kalın kitabı okudum. Çoğu akşam kulübemin kapısını açamadım, çünkü her seferinde bir yaban mandası önüne yatıp sabaha kadar uyuyordu. Bize "geceleri odanızdan çıkmayın, dışarda serbest gezinen aslanlar var, ne olur ne olmaz, gereksiz onlara yem olmayın", dediler. Sabahları kapı önünde uyuyan manda gitmiş oluyordu, ancak yattığı yere günlük dışkısını bırakıyordu. Sabahları kesif bir doğal gübre kokusu ile uyanıyordum. Çalışanlar dışkıyı temizlemeden kapıyı açıp dışarı çıkmak mümkün olmuyordu.

Dönüşte Kilimanjaro havalimanından KLM uçağına bindim. Kaptan pilot bizi Kilimanjaro dağı etrafında uzunca süre dolaştırdı, aşağıda dağa çıkan trekking konyoylarını gördük. Sonra yola devam ettik, aynı AdisAbaba ve Roma havalimanları uçak aktarmaları sonrası, Nil nehri vadisi boyunca uçarak memlekete döndüm.

Eve döndükten sonra ilk bir hafta içinde bende yüksek ateş, halsizlik başladı. Ateşim 39-40 derece Celsius devam etti. Kurum aile doktorumuz antibiyogram yapmadan bana standart bir antibiyotik verdi. Ateş geçmedi. Hacettepe hastanesine yatırdılar. Hacettepe hastanesinde hastalık öykümü anlatırken, çok yeni Afrika seyahatinden döndüğümü söylemek durumunda kaldım. Olay orda patladı. Hacettepe üniversitesi uzmanları yeni bir salgın olayını duymuşlardı. AIDS/HIV olayını biliyorlardı, ancak ellerinde henüz bir hasta vakası yoktu. Benim olayım tam üstüne gelmişti, aldığım ilaçları kestiler, çok sık aralıkla kan idrar gaita örnekleri aldılar. Genç intern'ler hiç durmadan odama geliyor beni muayene ediyorlardı. Her tarafımı kontrol ettiler. Hiç durmadan tahliller yaptılar.

Sonunda yolda içtiğim kontrolsüz bir içme suyu veya yemekten "Tifo" (Sarmonella-B) olduğum anlaşıldı. O korkulu şüpheler kalktı. Bir haftalık doz "Bactrim" antibiyotik konuyu bitirdi.

Tanzania, Afrika'da sayılı birkaç iş yapılabilir ülkeden biri. Bugün Arusha kentinde ve Tanzania ülkesinde çalışan çok sayıda Türk firmamız var. İnşaat firmalarımız yaban hayatı parkları çevresine 5-yıldız "Lodge" oteller inşaa ediyorlar, bu otelleri işletiyorlar, Safari programları düzenliyorlar. İnşaat firmalarımız enerji, altyapı, yol, konut inşaatlarında çalışıyorlar. THY, İstanbul'dan Arusha Kilimanjaro havaalanına direk (aktarmasız) uçuyor. Tanzanya muhteşem bir ülke. Safari parkları harika. Kilimanjaro dağı gizemli güzel ve eşsiz. Harcayacak paranız varsa mutlaka gidin, gezin görün, anlatacak çok şeyiniz olacak. Ernst Hemingway'in kitabını yanınıza alın. Zaten çok kolay okunan bir kitap. Adam boşuna Nobel edebiyat ödülü almamış.

Yurtdışı seyahatlerinde heyecan aramayın. Gereksiz ilişkilere, gereksiz risklere girmeyin. Kapalı şişede satılan sulardan için. Uçağa girmeden tuvalet ihtiyacınızı görün, uçakta çok gerekmedikçe tuvalete gitmeyin. Online check-in yaparken en önlerde ve koridor yer arayın. Uçaktan inince ilk fırsatta ellerinizi yıkayın. Banyo yapın, giydiğiniz tüm elbiseleri çamaşır makinesine atın. Benzer iş seyahati tecrübelerinizi yazarınıza anlatın, iş alemi, enerji piyasaları okusun, öğrensin, bilsin.

Haluk Direskeneli, ODTÜ Makina Mühendisliği 1973 mezunu olup, mezuniyetinden itibaren, kamu, özel sektör ve ABD – Türk yabancı ortaklıklarda (B&W, CSWI, AEP, Entergy) ağırlıklı olarak termik santral temel/ detay tasarım, imalat, pazarlama, teklif, satış ve proje yönetimi konularında çalışmış, bugüne kadar termik santral tasarım yazılımları konusunda yerli piyasaya, mühendislik firmalarına, yatırımcılara ve üniversitelere danışmanlık vermiştir. MMO ve ODTÜ Mezunları Derneği Enerji komisyonları üyesidir.


2014-07-31

Saturday, July 05, 2014

Enerji Piyasalarında Doğru İletişim...


Değerli Okurlarım,

Bu işlerin tadı iyiden kaçtı, artık herkes gereksiz ağzını bozuyor. Bir çok zengin işadamının, bazı siyasilerin ve bazı kamu yetkililerinin ortaya dökülen "tape" kayıtları ile olay zaten aleni oldu. Siyasiler kapalı toplantılarda ağızlarını bozuyorlarmış. Millete açık miting mikrofon konuşmalarında "lan, ya, be" gibi nezaket dışı kelimeler- ekler - ünlemler çoktandır kullanılıyor.

Bu üslup konuşma sonradan görme yurdum insanı müteahhit taifesinde çok derin bir kompleksin tezahürüdür. Bir anlamda, "Kiroyum ama para bende" durumları şeklinde ortaya çıkar. Türedi- yeni zenginlerle, aileden zenginlerin davranışlarında önemli fark var. Bu fark daha çok yetişme biçimlerinden, geldikleri ailelerin kültürlerinden kaynaklanıyor. Sonradan görmeler, güç, para sahibi olunca genel kabul görmüş kuralları zorluyorlar.

Ama bu tür insanlar, küfür etmeyi sonradan öğrenmedi. Küfrün marifet sayıldığı, üstünlük kurma aracı olarak görüldüğü kesimlerden geliyorlar. Güçsüz olduklarında ya da kendilerinden daha güçlüler karşısında aynı dili kullanamıyorlar. Toplumun bir kesimi çocuklarına daha ilk konuşmaya başladığında küfür etmeyi öğretir. Çocuk aileden öğrenmese bile sokağa çıktığında öğrenir. Ailenin davranışı çocuğun küfür etmesini özendirir ya da caydırıcı olur.

Çok zenginlerin küfürlü konuşması bugün artık herkese olağan geliyor. Umuma açık ortamlarda belki kendilerini engelliyorlar ama kapalı teke-tek toplantılarda hiç durmadan arka arkaya küfür kullanıyorlar.

Özellikle klasik üniversite eğitimi olmayanlarda, şehirli - kültürlü aile geleneği olamayanlarda bu çok bariz. Küfür kullanarak size şu mesajı veriyorlar,
"Ben senden üstünüm. Sen iyi üniversite bitirmiş olabilirsin, sen çok iyi yabancı dil biliyor olabilirsin, çok kültürlü- bilgili olabilirsin, ama benim yanımda sen düzgün konuşmak zorundasın, ben senin yanında düzgün konuşmak zorunda değilim".

Bunu hareketleri tavırları ile de gösteriyorlar, toplantıda ayağa kalkıp kemerini çözenleri, donunu hatta içini eliyle düzeltip toplayanları da gördüm. Kravat takmamak başka bir gösterge. "Sen benim yanımda kravat takmak, düzgün giyinmek zorundasın, ama ben değilim, çünkü ben senden çok zenginim, senin geleceğin benim elimde, siparişi ister yaparım, ister yapmam".

Ben bu tavır ve konuşmaları başka türlü yorumluyorum. Bence onlar bu konuşma şekliyle diyorlar ki, "Ben yeni yetme zenginim, şansım iyi gitti, bir anda çok para kazandım, bu parayla ne yapacağımı bilemiyorum."

Böyle küfürlü konuşmalarla karşılaştığınızda, ilk önlem veya ciddi tepki olarak, karşınızın yaptığı gereksiz konuşmayı veya tavrı onaylamadığınızı, boş surat ifadesi ve "uzun bir suskunluk" ile gösterebilirsiniz. Bu tavrın çok etkili olduğunu söyleyebilirim. Karşılık vermenizin hiçbir anlamı yok. Bir sonraki küfür cümlesi kullanımında ise işinizi, siparişinizi, iş imkanlarınızı risk ederek ortamı terk edebilirsiniz. Masaya tekrar çağrıldığınızda, en azından karşı taraf sizinle nasıl konuşulacağı konusunda ayar almış olur.

ABD çıkışlı Wall-Street filmlerinde "profanity- küfür, f-word" kullanmak çok sıradan oldu. "Wolf of Wall-Street" filminde 500+ kere "f-word" kullanılmış.

Bürokraside bu tip küfürlü üslup yoktur. Kimse bürokrasi karşısında, bakanlıklarda, kamu kurumlarında, enerji piyasalarında bu üslupta konuşamaz. Derhal ayar yer. Meslekten diplomatlarda böyle itici küçük tavırlar asla yok. Onlardaki kibarlık, incelik, kimsede yok. Özellikle meslekten diplomatların- büyükelçilerin konuşma adabına hayranım, onlardan öğreneceğimiz çok şey var. Her durumda, her konumda, herşeyi çok net ve çok anlaşılır aktarabiliyorlar. Hislerini kontrol altında tutabiliyorlar. Obama, geçen yıl haketmediği, yanlışlıkla yapılan bir el işaretine karşı toplantı masasını terketmiş ve uzun süre geri dönmemişti.

Diplomatlar böyle durumlarda, muhataplarını derhal "doğru kelimelerle konuşmaya" davet ederler. (invitation to proper language).

Biz Odtü'lülerin aramızda konuşurken kullandığımız 'Hocam' kelimesine takılıp, 'Birbirinize hitap ederken daha uygun bir ifade bulamadınız mı?' diye sorgulayan nezih yöneticilerle 70'li yıllarda iş hayatına başlamıştık. Aradan kırk yılı aşan bir süre geçmiş... İş görüşmelerinde yine de toplumun geneline hakim olmuş gözüken ağız bozukluğunun dominant olduğunu söylemek haksızlık olacak. Özellikle toplantılarda yer alan eğitimli genç nesilden bugüne kadar bahse konu olabilecek bir saygısızlık görmedim. Ancak bazılarının kendi aralarında konuşurlarken nezaket frenlerinin tutmadığına da zaman zaman kulak şahidi olduğumu söylemeden geçemeyeceğim.

Biz 1968'lerde Odtü'de okurken iki tür "genç kız" profili vardı. Her türlü durumda kesinlikle ağzını bozmayanlar, ve her durumda hemen ağzını bozanlar. Bütün delikanlılar birinci gurup kızlarla arkadaşlık etmek isterlerdi. Bu yüzden kız- erkek çoğu öğrenci, ikinci guruptan birinci guruba geçti. Bugüne geldik, ortalıkta hala iki tür insan var. Hangi gurup zaman içinde daha başarılı oldu bilemiyorum.

Son yıllarda gençlerin dilinde bir "Yaa.." alışkanlığı var. Çok saygın bir kurumun yazılı sınavını kazanıp mülakata gelme başarısı göstermiş, çoğu iyi okullardan ve eğitimli ailelerden gencin, mülakatlarda sorulara "Yaa.." ile başlayan cevaplar verdiğine şahit olmuşumdur. Gençler bunu biraz da İngilizcedeki "Well.." ya da Japonların "Anoo.."su gibi kullanıyor. Hiç de argo olmamasına karşın şu "Gerçekten" kelimesi de çok özel. TV söylemi olarak giderek yaygınlaşan bir alışkanlıkla her cümleye bir "Gerçekten" ile başlamak aldı başını gidiyor.

Bir toplantıda kadın mevcudiyeti olmaması şartıyla ve yakın arkadaş camiası içinde hala kapsamlı ve karşılıklı zararsız küfür edenler var. Askeriyede ve şantiyelerde çok normaldir. Bu tavır ortama katılan kadroyu aşağılamak için asla değildir. Sert kadronun kendi arasında sürdürdüğü keskin argo muhabbetidir. O mecliste kimse üstüne alınmaz. Bilinir ki söylenenler camia mensubuna yönelik bir ifade olmayıp, ortalıkta farklı frekansta yüksek sertlikte bir iletişim sürmektedir.

Her mecliste, hele hele kadınların mevcudiyetinde küfretmek asla caiz değildir. Aşağılık duygusu içinde boğulan, ilgi ve alaka açlığı çeken kişiler, sıra dışı davranarak bu zafiyetlerini sahneye getirirler. Bu tür meclislerden uzak durmak ehl-i muhakemiyyet sahibi mutedeyyinlere farzdır. Sonradan görme, oradan, buradan yağmaladığı parayı hazmedemeyip, etrafa aktarma çabası içinde olanlara katiyen itibar edilmemelidir.

Ortada kebap yoksa, cebinden tantuni çıkarıp yemek aykırı kaçar. Onun için kiminle, nerede, ne manada ve ne konfigürasyonda küfretmeyi bilmek, tereddüt halinde küfretmemek cemiyet hayatı için münasip düşecektir.

Sözlü sanatın, tiyatronun, sinemanın, şiirin "küfür" kullanması, iş aleminin örneği değildir. Can Yücel "küfür" kullanabilir. Kemal Tahir, "Rahmet Yolları Kesti" romanında şöyle der, "Sahi Ulan! Şu küfrün canını seveyim. Dünyada iyi birşey var, Küfür. Ona günah demişler. Halbuysa küfür gibi zorlu birşey yok. Eskiler ne demiş? Küfür yiğit kısmının yürek yelpazesidir. Küfür, sırasında bir güzel eder, de ferahlar." Kemal Tahir ya da Can Yücel ustaların sözüne kanıp küfürü masumlaştırmaya çalışmayalım. İyi ve kültürlü bir aileden gelmenin, iyi bir eğitim almış olmanın göstergesi olarak bir centilmen zaten toplum içerisinde cinsellikten söz etmekten beis duyması gerektiği gibi, kesinlikle küfür etmemelidir.

Bütün bunlara siz ne diyorsunuz?? Ortaya karışık bir yorum yapın da böyle durumlarda ne diyeceğimizi ne yapacağımızı biz de bilelim, Selamlar





Haluk Direskeneli, ODTÜ Makina Mühendisliği 1973 mezunu olup, mezuniyetinden itibaren, kamu, özel sektör ve ABD – Türk yabancı ortaklıklarda (B&W, CSWI, AEP, Entergy) ağırlıklı olarak termik santral temel/ detay tasarım, imalat, pazarlama, teklif, satış ve proje yönetimi konularında çalışmış, bugüne kadar termik santral tasarım yazılımları konusunda yerli piyasaya, mühendislik firmalarına, yatırımcılara ve üniversitelere danışmanlık vermiştir. MMO ve ODTÜ Mezunları Derneği Enerji komisyonları üyesidir.



2014-07-05