Sunday, September 07, 2025
Köşk
Büyükada Günlüğü: Köşk Beklerken
Her yıl yaz aylarında sığındığımız, denize hayli uzak bu küçük Büyükada evi, birçok dostumuzun hayalinde birer kartpostal manzarasına dönüşüyor. Hanım’ın dedesinden kalma, asırlık taş bir yapıda kaldığımızı duyunca, zihinlerinde hemen Şakır Paşa’nın köşkü canlanıyor: Hristos Tepesi’nde, üç katlı, verandasından denize nazır, salkım saçak begonvillerle çevrili, kristal avizeli bir köşk… Kırmızı şarap ya da viski eşliğinde Debussy dinleyerek gün batımını izlediğimizi sanıyorlar.
Oysa gerçekle hayal arasında, en az Kadıyoran Yokuşu kadar dik ve yorucu bir mesafe var.
Bizimki, o meşhur yokuşun zirvesinde yer alan, konforla yıllar önce kavgasını vermiş, mütevazı bir taş ev. “Lüks” kelimesi bu evin kapısından içeri hiç uğramamış. Basit bir duş, idare eder bir tuvalet, iki kişilik bir balkon (üçüncü kişi geldiğinde yapı hafifçe mırıldanıyor), arkadaysa bir kişinin zor döndüğü küçük bir mutfak çıkıntısı…
Önde küçük ama ruhu büyük bir bahçemiz var. Begonviller, mimozalar, zakkumlar birbirine karışmış; rüzgârla dans eden morlar, sarılar, pembeler… Bahçenin sınırında yaşını başını almış birkaç meyve ağacı, arkadaysa Hristos Tepesi’nin çam ormanı sessizce gölgemiz oluyor.
Bulaşık makinesi mi? Yok. Plastik eldivenler ve kurulama bezi hâlâ başrolde. Ama klimamız çalışıyor – bu sıcak günlerde adeta bir kurtarıcı. Buzdolabı ve çamaşır makinesi de hayatta; biz de onlar sayesinde ayakta duruyoruz.
Bu ev bir köşk değil; olsa olsa bir “yokuş üstü müze evi.” İçeride dededen kalma eşyalar, dolaplar, takımlar, mutfak gereçleri; anneanneden yadigâr elbiseler… Dışarıdaysa martılar, kargalar, sokak kedileri ve bir zaman kapsülüne dönüşmüş doğa manzarası.
Küçük kütüphanesinde ise bitirmeye ömrümün yetmeyeceği kadar çok klasik eser var. Aralarında 2000 yıl öncesinden kalma Antik Yunan ve Roma metinlerinin çevirileri, eski sahaf kitapları, sararmış sayfalarıyla gazetelerin ilk baskılarına rastlamak mümkün. Her kitap ayrı bir ses, ayrı bir zaman parçası gibi fısıldıyor.
Evde televizyon yok. İnternet yok. Radyo ile yalnızca TRT 3 FM’i çekebiliyoruz. Gündemi, ancak vapurda bir gazeteye göz atabilirsek öğreniyoruz. Bu da zamanın yavaşlamasının, seslerin berraklaşmasının, gündelik gürültüden uzaklaşmanın bir başka şekli.
Deniz mi? Çok ama çok uzakta. Öyle hani “iki adımda plaj” romantizmi burada işlemiyor. Denize inmek başlı başına bir karar; geri dönüş ise hem fiziksel hem zihinsel bir meydan okuma.
Perşembe sabahları Hamidiye Camii yanındaki açık hava sebze pazarına gidiyoruz. Eskiden iki kez çekçekle yokuş çıkardım; şimdi İBB’nin servisi var, işimiz biraz kolaylaştı.
Yine de burayı seviyoruz. Hanım doğduğundan beri, ben evlendiğim günden beri buradayız. Çünkü bu ev, zihin filtresine sığmayacak kadar gerçek. Burada zaman yavaşlıyor, sesler berraklaşıyor, geçmiş bugünün içine sızıyor. Lüks yok ama samimiyet bol. Belki de asıl aradığımız hep buydu: Sessiz, sade, biraz yokuşlu ama içi huzur dolu bir yaz.
⸻
Subscribe to:
Post Comments (Atom)
No comments:
Post a Comment