Monday, September 08, 2025

2024 Mavi Yolculuk

Kekova Mavi Yolculuk Notları (14–21 Eylül 2024) Doğu rotası 14 Eylül 2024, Cumartesi – Ankara → Üçağız Bir gün önce Sabah Ankara’dan yola çıktık. Geceyi Burdur Yalçındağ Otel’de geçirdik. Burdur Arkeoloji Müzesi’ni gezip Sagalassos’tan çıkarılmış muhteşem heykelleri gördük. Kahvaltı sonrası Antalya yönüne devam ettik. Kemer ve Demre üzerinden, Üçağız’a 50 km kala oldukça virajlı ve zorlu bir yoldan ilerledik. Kekova Üçağız köyüne ulaştık. 16.00’ya kadar kıyıdaki kır kahvesinde oturduk. Arabayı belediyenin otoparkına bıraktım (günlük 50₺). Saat 16.00’da on bir arkadaş tekneye bindik. Bizi kaptanımız, aşçımız (Hataylı Usta) ve iki tayfa karşıladı. Bodrum guleti tipindeki teknemiz 25 metre uzunluğunda, 7 metre genişliğinde, 6 kamaralı, iki direkli ve üstü güneşlik tenteli idi. Üzerinde 6 adet güneş paneli vardı. Tekne 2000 yılında 500bin €’ya alınmış, 2018’de yeni 380 hp Iveco motor takılmıştı. Yakıt tüketimi saatte 25 litreydi. Ayrıca yedek bir jeneratör bulunuyordu. Arkada 12 kişilik yemek masası, önde geniş bir güverte vardı. İlk durağımız sessiz ve sakin Gürkaya Koyu oldu. Denize girdik, yüzdük. Akşam salata, şakşuka, karides, barbunya pilaki ve levrek ızgara ile mükemmel bir sofra kuruldu. Çay ve meyveyle geceyi noktaladık. Sohbet ve hikâyeler eşliğinde geç saatlere kadar güvertede oturduk. Yatarken cibinlikli güverte yataklarını kullandık. ⸻ 15 Eylül 2024, Pazar – Buzağılık Koyu Sabah güzel bir kahvaltı yaptık. Açık denizde fırtına vardı. Koy değiştirerek sakin ve boş Buzağılık Koyu’na demirledik. Su beklenenden soğuktu. Geçen yıl Bodrum Gökova Körfezi turuna kişi başı 400€ ödemiştik. Bu yıl Kekova turu (yemek dahil, içki hariç) 500€. Fırtına nedeniyle kuytu koyda kaldık. Akşam yemeği sonrası sohbet, kahkahalar ve müzikle vakit geçirdik. ⸻ 16 Eylül 2024, Pazartesi – Gökkaya Koyu Sabah erken yola çıkıp Demre Çayağzı Limanı’na yöneldik. Dalga nedeniyle giremeden geri döndük. Gökkaya Koyu’na demir attık. Burası çok kalabalıktı (yaklaşık 40 tekne). Rüzgâr 25 knot civarındaydı. Öğle yemeğinde taze fasulye, bulgur pilavı, yoğurt ve salata vardı. Ardından kaptana tur ücretinin kalan kısmını toplu ödedik. Akşam ızgara köfte, sebze yemekleri ve meyve ikram edildi. Sonrasında spotify ile müzik açıp dans ettik, fıkralar paylaştık, terapi gibi bir akşam oldu. Dolunay altında güvertede uyuduk. ⸻ 17 Eylül 2024, Salı – Şafak Koyu Sabah 08.00’de demir alıp Demre Çayağzı’na yöneldik. İki arkadaş sağlık sorunları nedeniyle botla kıyıya çıktı, tedavi oldular. Bölgede çokça görülen “deniz biti” (küçük denizanası larvaları) kaşıntı yapıyordu. Demre kıyısındaki müzelerde Lidya eserleri ve Noel Baba’ya adanmış alan bulunuyor. Açık denizde dalgalar arasında ilerleyip Şafak Koyu’na demirledik. Akdeniz foklarını gördük. Rüzgâr 25 knot’a çıktı, tekrar yer değiştirip kuytu bir koya sığındık. Öğle yemeğinde tavuk şinitzel, patates kızartması, salata; akşamda ızgara çupra, dondurma ve meyve vardı. Sohbet, müzik ve dansla geceyi geçirdik. Dolunay ışığında bazı arkadaşlar gece denize girdi. ⸻ 18 Eylül 2024, Çarşamba – Üçağız → Hamidiye Koyu Kekova Adası kıyısında keçi çanlarının sesiyle uyandık. Üçağız iskelesinde su ve erzak aldık, teknemiz temizlendi. Kasaba oldukça hareketliydi; pansiyon fiyatları 3000₺, günübirlik turlar 1000₺ idi. Ardından Kaleköy açığına, sonra Hamidiye Koyu’na geçtik. Kimimiz Kaleköy’e botla gezmeye gitti, kimimiz kitap okudu. Akşam keyifli bir sofra kuruldu, şarkılar söylendi, dans edildi. ⸻ 19 Eylül 2024, Perşembe – İtalyan Karakolu & Batık Şehir Sabah ezan sesi, balıkçı motorlarının gürültüsü ve horoz sesleriyle uyandık. 1912’de Meis’i işgal eden İtalyanlar, Kekova Adası’na da çıkarak bir askeri karakol kurmuşlardı. 1932’de Türkiye’ye bırakılan adada bugün harabe halde bu karakol hâlâ görülebiliyor. Günün devamında Batık Şehir’i dolaştık (burda y üzmek yasak). Ardından Salyangoz Koyu’na geçtik. Telefon ve internet çekmeyen bu korunaklı koyda denize girdik, geceyi burada geçirdik. ⸻ 20 Eylül 2024, Cuma – Çamlık Koyu Kahvaltı sonrası Salyangoz Koyu’ndan ayrılıp Çamlık Koyu’na geçtik. Öğle yemeğinde sushi, deniz ürünlü makarna ve salata vardı. Su oldukça soğuktu. Akşamüstü kaptanın hanımının gönderdiği kek ikram edildi. Botla balık avına çıkanlar ufak bir palamut yakaladı. Mürettebata ek ödeme yaptık. Müzik, şarkılar ve fotoğraflarla son akşamımızı geçirdik. ⸻ 21 Eylül 2024, Cumartesi – 08:00 Veda Kahvaltı sonrası vedalaştık. Bir hafta boyunca Kekova kıyılarında bir aile gibi yaşadık. Issız koylarda demirledik, dolunay ışığında uyuduk, şarkılar söyledik, dans ettik. Bu unutulmaz yolculuk için kaptanımıza, Hataylı aşçı ustamıza ve tayfalarımıza teşekkür ediyoruz. 14–21 Eylül 2024 tarihleri arasında Kekova sahillerinde gerçekleştirdiğimiz bu mavi yolculuk, eşsiz koylarda geçen, dolunayla taçlanan, dostlukların pekiştiği unutulmaz bir deneyim oldu. ⸻

2023 Mavi Yolculuk

2023 Mavi Yolculuk Anıları: Gökova Körfezi’nde Bir Hafta Mavi yolculuk, Ege ve Akdeniz kıyılarında deniz, güneş ve dostluğun iç içe geçtiği eşsiz bir deneyim olmuştu. Yıllar boyunca birçok kişi bu yolculuğa çıkmış, kimi kısa süreli tatillerde, kimi de uzun bir hafta boyunca koy koy dolaşmıştı. Burada 2023 yılında yaptığımız bir mavi yolculuğun detaylarını aktarmak istiyorum. Yolculuk 25 metre boyunda bir gulet tekne ile yapılmıştı. Gulet, ahşap gövdesi, geniş güvertesi ve ikişer kişilik altı adet konforlu kamaralarıyla geleneksel Bodrum yapımıydı. Mürettebat dört kişiden oluşuyordu: kaptan, aşçı ve iki yardımcı. Haftalık kira bedeli, 2023 yılı itibarıyla 12.000 Euro civarındaydı. Fiyata yiyecek, içecek ve liman ücretleri dahil değildi; bu masraflar ayrıca yolcular arasında paylaşılmıştı. Tekne kuralları ilk gün kaptan tarafından açıklanmıştı. Tatlı suyun sınırlı olduğu unutulmamalıydı, duşlar kısa tutulmalıydı. Tuvalete kesinlikle kâğıt atılmamalıydı. Elektrik sadece güneş panelleri ve jeneratör ile sağlanıyordu, gereksiz kullanım yasaktı. Plastik şişeler sıkıştırılarak toplanmalı, denize hiçbir çöp atılmamalıydı. Gece sessizlik korunmalı, güvertede yüksek sesli müzik açılmamalıydı. Liman girişlerinde kaptanın talimatlarına uyulmalıydı. Bu basit ama önemli kurallar, yolculuğun hem güvenli hem de çevre dostu geçmesini sağlamıştı. Kargıcak İskelesi’nden hareket edilmiş, akşamüstü Gökova Körfezi’nin sularına açılmıştı. Günbatımında demir atıldığında gökyüzü turuncudan mora dönerken, teknede dostane bir sessizlik hâkim olmuştu. İlk akşam yemeğinde ızgara çipura, zeytinyağlı enginar ve soğuk beyaz şarap ikram edilmişti. Geceleri güvertede masa etrafında yapılan sohbetler unutulmazdı. Kimi zaman bir şarkı mırıldanılır, kimi zaman yıldızların altında sessizlik tercih edilirdi. Radyodan hafif Türk sanat müziği çalınır, sohbetler tatlı tatlı uzardı. Sabahları kahve kokusuyla uyanılır, kahvaltılarda peynir, zeytin, bal, reçel ve sıcak kızartılmış ekmek ikram edilirdi. Ardından tekne yeni bir koya doğru yol alırdı. Alinda Koyu’na vardığımızda, karadan erişilemeyen eşsiz bir doğa ile karşılaşmıştık. English Bay’de berrak sularda yüzülmüş, ardından Cumhurbaşkanlığı Yazlık Sarayı denizden izlenmişti. Çökertme Köyü’ne vardığımızda, orman yangınlarının bıraktığı izler hâlâ tazeydi. Tepelerde siyahlaşmış ağaç gövdeleri, doğanın kırılganlığını bize hatırlatmıştı. Yine de sahil köyü huzurlu ve dingindi. Bir başka gün Adalı Koyu’nda mola verilmişti. Yanımızdaki koyda demirleyen 20 metrelik katamaranın fiyatının 1 milyon Euro civarında olduğu konuşulmuştu. Tekne sahipleri yalnızca iki hafta tatil için denize açılıyor, ardından tekneyi marinaya bırakıp Ankara’ya dönüyorlardı. Bir başka gulette ise 12 Rus turist vardı, eğlenceli kahkahaları gece boyunca yankılanmıştı. Teknede yaşam belli bir düzene oturmuştu. Kahvaltı 08.00’de, öğle yemeği 13.00’te, akşam yemeği ise 19.00’da sunuluyordu. Menü genellikle balık, deniz ürünleri, sebze yemekleri ve salatalardan oluşuyordu. Rakı, şarap ve bira bolca tüketiliyordu. Tatlılarda ise helva, kavun. karpuz ve dondurma tercih ediliyordu. Gündüzleri denize giriliyor, maske ve şnorkelle koyların zengin sualtı dünyası keşfediliyordu. Akşamüstleri kitap okunuyor, kimi zaman da küçük bir grup halinde kart oyunları oynanıyordu. Yolculuğun son gününde Orak Adası’na gidilmişti. Burası adeta bir akvaryum gibi berrak sularıyla ünlüydü. Burada yüzmek, mavi yolculuğun zirve anlarından biri olmuştu. 7 Ekim sabahı Kargıcak İskelesi’ne dönülmüş, kahvaltının ardından saat 08.00’de tekne terk edilmişti. O an, herkesin yüzünde tatlı bir yorgunluk ve huzur vardı. Bir şişe İskoç viskisi açılmış, son gece dost sohbetleriyle noktalanmıştı. Mavi yolculuk yalnızca bir tatil değil, aynı zamanda bir hayat dersiydi. Su ve enerji tasarrufu, çevreye duyarlılık, paylaşım ve sabır yolculuğun temel öğretileri olmuştu. Denizin ortasında lüks, gösteriş ya da şehir hayatının telaşı hiçbir anlam ifade etmiyordu. Önemli olan dostluk, doğa ve dinginlikti. Bir hafta boyunca insan hem bedenen hem ruhen arınmış, doğayla dost olmuş, kendine dönmüştü. Bir guletin güvertesinde geçen bir hafta, hayat boyu unutulmayacak anılar bırakmıştı. Mavi yolculuk, hem doğanın hem de insan ilişkilerinin ne kadar değerli olduğunu bir kez daha göstermişti. Fiyatlar, tekne ebatları, yiyecekler ve kurallar bir yana; bu deneyimin özünde huzur ve dostluk vardı. Gökova Körfezi’nde geçen o günler, hayatın yoğun temposuna kısa bir mola, belki de bir nefes olmuştu. Herkes biliyordu ki, bir kez mavi yolculuğa çıkan, mutlaka yeniden dönmek isterdi. ⸻

Sunday, September 07, 2025

Ezan

Büyükada Sesleri Üzerine Bir Gözlem Büyükada (Prinkipo island near istanbul) Hamidiye Camii’nin (built in 1898) eski müezzini, vakit ezanlarını on iki ayrı makamda okuyabilen ender kişilerden biriydi. Özellikle sabah ve yatsı ezanlarını içli bir sûrî makamla seslendirirdi. Sessiz saatlerde bu ezanları uzaktan, büyük bir hayranlıkla dinlerdim. Zamanla ada değişti. Yeni Çarşı Camii inşa edildi, Kumsal Camii’ne güçlü hoparlörler yerleştirildi. Artık vakit ezanları bu üç caminin minarelerinden, kimi zaman canlı, kimi zaman kayıtla eş zamanlı olarak yayınlanıyor. Ancak bu uygulama, ezanların üst üste binerek bir ses karmaşası oluşturmasına neden oluyor. Ne yazık ki o eski, duygulu ve makamlı ezanlar artık pek duyulmuyor. Özellikle sabah ve yatsı ezanları oldukça uzun sürüyor. Bazen yatsı ezanının ardından dualar ve ilahiler hoparlörlerden uzunca bir süre yayına devam ediyor. Ayrıca günün beklenmedik saatlerinde sela sesleri duyulabiliyor. Tüm bunlar, adanın doğal akustiği içinde huzuru bozabiliyor. Müezzinlerin sağlam bir müzik eğitimi aldıkları konusunda ise şüphelerim var. Oysa ezan, doğru makamla ve ahenkle okunduğunda ruhani bir tesir yaratır. Günümüzde birçok Müslüman ülkede ezan hâlâ canlı olarak, insan sesiyle minarelerden okunmaktadır. Ancak bazı ülkelerde bu uygulama kısıtlanmış, merkezi sistem ya da kayıt yayınına geçilmiştir. Aşağıda bu konuda öne çıkan ülkeleri özetledim: Ezanın Hâlâ Canlı İnsan Sesiyle Okunduğu Başlıca Müslüman Ülkeler 1. Türkiye • Türkiye’de ezanlar büyük ölçüde hâlâ canlı müezzin sesiyle okunur. • Ancak çoğu camide merkezi sistem vardır; müezzin canlı okur ama sesi bölgedeki diğer camilere de iletilir. • İstanbul gibi büyük şehirlerde bazı küçük camilerde zaman zaman kayıt da kullanılabilir. 2. İran • Ezan çoğunlukla canlı müezzinler tarafından okunur. • Televizyon ve radyo üzerinden de eş zamanlı ezan yayını yapılır. • Şii geleneğine uygun olarak ezanın sözleri ve makamları farklılık gösterebilir (örneğin “Ali veliyyullah” eklenir). 3. Pakistan • Hemen her camide ezan, canlı olarak müezzin tarafından okunur. • Ses güçlendiriciler kullanılır, ancak kayıt yayını yaygın değildir. 4. Endonezya • Dünyanın en kalabalık Müslüman ülkesi olan Endonezya’da ezan genellikle canlı okunur. • Büyük şehirlerde merkezi sistem uygulamaları denenmiş olsa da yaygınlaşmamıştır. 5. Malezya • Ezanlar çoğunlukla canlı müezzinlerce okunur. • Merkezi sistemle yayın yapan camiler bulunsa da canlı ses geleneği sürdürülmektedir. 6. Mısır • Uzun yıllar boyunca canlı ezan geleneği hâkimdi. • 2010’dan itibaren Kahire’nin bazı bölgelerinde kayıtlı ezan yayınına geçildi. • Ancak özellikle büyük ve tarihi camilerde hâlâ canlı ezan okunmaktadır. 7. Fas, Tunus, Cezayir (Mağrip Ülkeleri) • Ezanlar genellikle canlı olarak okunur. • Ses sistemleri gelişmiş olsa da otomatik kayıt yayını nadirdir. Kayıttan Ezan Yayını Yapan ya da Canlı Sesi Kısıtlayan Ülkeler • Suudi Arabistan • Mekke ve Medine dışındaki şehirlerde ezanlar genellikle canlı okunur. • Ancak merkezi sistem uygulanan bölgeler de vardır. • 2021’de alınan bir kararla ezan ve kamet seslerinin dışarıdan duyulma seviyesi %33 oranında sınırlandırıldı. • Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) • Ezanlar merkezi sistemle, çoğunlukla kayıttan okunur. • Özellikle Abu Dabi ve Dubai’de ezanlar dijital sistem üzerinden yayınlanır. • Katar • Çoğunlukla merkezi sistem kullanılır. • Bazı camilerde canlı müezzin yayını yapılsa da, genel olarak kayıtlı ezan tercih edilir. Bugün hâlâ Türkiye, Pakistan, Endonezya, İran, Fas ve Cezayir gibi ülkelerde ezan, insan sesiyle canlı olarak okunmaktadır. Buna karşılık Körfez ülkelerinde —özellikle BAE, Katar ve Suudi Arabistan’ın bazı bölgelerinde— teknolojik altyapı ve gürültü yönetmelikleri gerekçesiyle merkezi sistemler veya kayıtlı ezan tercih edilmektedir. Büyükada gibi çok kültürlü bir yerde zaman zaman kiliselerden çan sesleri de duyulur. Gün boyunca ambulans ve itfaiye sirenleri, 112 acil anonsları adada yankılanmakta. Bu çok katmanlı ses ortamında, eskilerin o dingin, içli ve derinlikli ezanlarını özlemle anıyorum. ⸻

Hikaye

Prinkipo’da Bir Yaz Hikâyesi Yıl 1960’lar… Kadıyoran yokuşundaki evin üst katı, yaz boyunca üç aylığına kiraya verilmişti. Kiracılar, Nişantaşı’nda yaşayan varlıklı bir aileydi. Baba ünlü bir cerrah, anne ev hanımı; biri kız, biri erkek iki çocukları vardı. Çocuklar İstanbul’un yabancı dille eğitim yapan köklü liselerinde okuyorlardı. O yaz, Nişantaşı’nın güvenli kozasından çıkıp Prinkipo’nun (Büyükada’nın) farklı dünyasına adım atmışlardı. Anne, ada hayatına hemen uyum sağladı. Ev sahipleriyle sıcak dostluklar kurdu; birlikte çaylar kahveler içiliyor, pastalar börekler yapılıyor, akşam yemekleri paylaşılıyordu. Baba ise sabahları vapurla Nişantaşı’ndaki muayenehanesine gidiyor, akşamları geç saatlerde eve dönüyordu. Küçük oğlan kısa sürede ada çocuklarıyla tanıştı, arkadaşlar buldu. Günlerini denize girerek, Hristos ve Aya Yorgi’ye tırmanarak geçiriyordu. Balık tutuyor, tuttuklarını pişirip yanında biraz bira eşliğinde yiyor, yılkı atlarını yakalayıp eğersiz biniyorlardı. Rum Yetimhanesi’nin üzerinde mola veren göçmen kuşlarını seyretmek, çocukların en büyük eğlencesiydi. Kız ise bambaşka bir çevre edinmişti. Gündüzleri sahilde veya teknelerde, akşamları ise yeni arkadaş grubuyla mehtap sefasında vakit geçiriyordu. İçlerinden yeşil gözlü, yakışıklı bir delikanlı, gitarıyla büyüleyici doğaçlamalar yapıyordu. Ada geceleri, gençliğin coşkusuyla daha da büyülüydü. Aklamları, kız eve geç dönmeye başladı ve olan oldu: Genç kız, Adalı bir delikanlıya âşık oldu. Delikanlı da ona gönlünü kaptırmıştı; fakat parasız, eğitimsizdi. Bu, bir yaz aşkından öteye gitmeyecek gibiydi. Bir sabah kız çantasını toplayıp gizlice delikanlının mütevazı evine kaçtı. Akşam baba eve döndüğünde gerçeği öğrendi, çok öfkelendi, hemen polise başvurdu. 1960’ların muhafazakâr ortamında, evlilik öncesi beraberlik kabul edilemezdi. Delikanlı, reşit olmayan bir kızı alıkoymak suçlamasıyla nezarete alındı. Ancak kızın babası, tek bir şartla şikâyetini geri çekti: Evlenmeleri gerekiyordu. Böylece Büyükada evlendirme dairesinde, sadece birkaç aile ferdinin katıldığı mütevazı bir nikâh kıyıldı. Ailenin namusu kurtarılmış, delikanlının soruşturması düşmüştü. Keşke hikâyeyi burada, “sonra yeşil panjurlu bir evde oturdular, üç çocukları oldu, mutlu yaşlandılar” diye devam ettirebilseydik… Ama gerçekler farklıydı. Yaz bitince aile Nişantaşı’na döndü. Baba, kızını Amerika’ya, New York’ta bir okula gönderdi. Bir süre sonra aile avukatları “şiddetli geçimsizlik” gerekçesiyle boşanma davası açtı. Dava kısa sürede sonuçlandı. Genç kız Amerika’da mimarlık eğitimini tamamladı, önemli bir mimarlık bürosunda ortak oldu, orda yeniden evlendi, çocuk sahibi oldu. Küçük oğlan babasının mesleğini seçti, başarılı bir cerrah olarak babasının muayenehanesini devraldı. Ya fakir delikanlı? Onun hikâyesini kimse tam olarak bilemez. Belki adada kaldı, belki yeniden evlendi, çocukları oldu. Belki bir lokanta açtı, belki yazarlığa merak sardı… Ama kesin olan bir şey var: Yaz aylarında Prinkipo’da her zaman unutulmaz hikâyeler yaşanır. ⸻

Eylül

Eylül Adası: Yazın Ardından Gelen Sessizlik Eylül ayı, sabah yağan sağanak yağmurla birlikte Büyükada’ya geldi. Yazlıkçılar yavaş yavaş ana karaya dönüyor. Her sabah, erken saatlerde Kabataş ve Bostancı iskelelerinden kalkan şehir hatları vapurları, büyük bavullarla dolu yolcuları taşıyor. Evler teker teker kapanıyor; rüzgâr artık daha sert esiyor, hafif ıslak çimen kokusu havada belirginleşiyor. Gün içinde güneş hâlâ sıcaklığını korusa da geceleri adaya serin bir örtü iniyor; rüzgârın hışırtısı yapraklarla birleşerek adanın her köşesini sarıyor. Gece olunca evlerin ışıkları birer birer sönüyor, sokak lambaları ise sarı ve titrek ışıklarıyla yolları aydınlatıyor. Çoğu evde ışık yok; yazlıkçılar çoktan gitmiş. Sessizliği yalnızca arada geçen bir elektrikli araç ya da uzaktan gelen vapur düdüğü bozuyor. Sabahları vapura ve motora yetişmeye çalışanlar dışında ada neredeyse büsbütün sessiz. Göçmen kuşların çoğu çoktan gitmiş; yalnızca rüzgârla savrulan yapraklar sessizliği derinleştiriyor. Martılar yükseklerde süzülüyor, kargalar ağaç tepelerine tünemiş. Sokak kedileri, tenhalaşan sokaklarda yeni saklanma köşeleri ve oyun alanları arıyor. Sokak köpekleri ise ortadan kaybolmuş. Bu yıl bahçemde hiç kirpiye rastlamadım; sanırım yazın yoğun hareketliliği onları ürkütüp uzaklaştırdı. Öğle saatlerinde günübirlikçiler ve turist grupları adanın yollarına düşüyor. Kadıyoran Yokuşu’ndan çıkanlar sırayla önce Hristos Kilisesi’ni, ardından Rum Yetimhanesi’ni soruyor. Erasmus değişim öğrencileri ve rengârenk formalı izci grupları, dar sokaklarda neşeli adımları ve kahkahalarıyla dikkat çekiyor. İBB otobüsleri hâlâ dolu; yolcuların çoğu yıl boyunca adada yaşayan yaşlılar ve yerleşikler. Taksi fiyatlarının ikiye katlanması nedeniyle duraklardaki kuyruklar azalmış. Çarşı ise hâlâ canlı ve kalabalık; esnafın tezgâhlarından yayılan meyve, baharat, kebap ve deniz ürünlerinin kokusu sokaklara karışıyor. Gerçek Adalılar sabahın erken saatlerinde çarşıya inip alışverişlerini tamamladıktan sonra evlerine çekiliyor; sokaklar yeniden sakinleşiyor. Bahçeler dökülen yapraklarla kaplanmış; sarı ve kahverenginin tonları zemini bir halı gibi örtüyor. Arkadaki Hristos Tepesi’nin ormanlık alanı kurumuş otlarla sarıya dönmüş; rüzgârın sesiyle birleşen hışırtılar adaya sonbaharın geldiğini hatırlatıyor. Artık bahçeler sulanmıyor, meyve ağaçlarında ürün kalmamış, kuşların cıvıltısı azalmış. Sıcak yaz günleri sona erdi; ada yavaş yavaş sonbaharın sakin, dingin ve biraz melankolik temposuna hazırlanıyor. ⸻

Köşk

Büyükada Günlüğü: Köşk Beklerken Her yıl yaz aylarında sığındığımız, denize hayli uzak bu küçük Büyükada evi, birçok dostumuzun hayalinde birer kartpostal manzarasına dönüşüyor. Hanım’ın dedesinden kalma, asırlık taş bir yapıda kaldığımızı duyunca, zihinlerinde hemen Şakır Paşa’nın köşkü canlanıyor: Hristos Tepesi’nde, üç katlı, verandasından denize nazır, salkım saçak begonvillerle çevrili, kristal avizeli bir köşk… Kırmızı şarap ya da viski eşliğinde Debussy dinleyerek gün batımını izlediğimizi sanıyorlar. Oysa gerçekle hayal arasında, en az Kadıyoran Yokuşu kadar dik ve yorucu bir mesafe var. Bizimki, o meşhur yokuşun zirvesinde yer alan, konforla yıllar önce kavgasını vermiş, mütevazı bir taş ev. “Lüks” kelimesi bu evin kapısından içeri hiç uğramamış. Basit bir duş, idare eder bir tuvalet, iki kişilik bir balkon (üçüncü kişi geldiğinde yapı hafifçe mırıldanıyor), arkadaysa bir kişinin zor döndüğü küçük bir mutfak çıkıntısı… Önde küçük ama ruhu büyük bir bahçemiz var. Begonviller, mimozalar, zakkumlar birbirine karışmış; rüzgârla dans eden morlar, sarılar, pembeler… Bahçenin sınırında yaşını başını almış birkaç meyve ağacı, arkadaysa Hristos Tepesi’nin çam ormanı sessizce gölgemiz oluyor. Bulaşık makinesi mi? Yok. Plastik eldivenler ve kurulama bezi hâlâ başrolde. Ama klimamız çalışıyor – bu sıcak günlerde adeta bir kurtarıcı. Buzdolabı ve çamaşır makinesi de hayatta; biz de onlar sayesinde ayakta duruyoruz. Bu ev bir köşk değil; olsa olsa bir “yokuş üstü müze evi.” İçeride dededen kalma eşyalar, dolaplar, takımlar, mutfak gereçleri; anneanneden yadigâr elbiseler… Dışarıdaysa martılar, kargalar, sokak kedileri ve bir zaman kapsülüne dönüşmüş doğa manzarası. Küçük kütüphanesinde ise bitirmeye ömrümün yetmeyeceği kadar çok klasik eser var. Aralarında 2000 yıl öncesinden kalma Antik Yunan ve Roma metinlerinin çevirileri, eski sahaf kitapları, sararmış sayfalarıyla gazetelerin ilk baskılarına rastlamak mümkün. Her kitap ayrı bir ses, ayrı bir zaman parçası gibi fısıldıyor. Evde televizyon yok. İnternet yok. Radyo ile yalnızca TRT 3 FM’i çekebiliyoruz. Gündemi, ancak vapurda bir gazeteye göz atabilirsek öğreniyoruz. Bu da zamanın yavaşlamasının, seslerin berraklaşmasının, gündelik gürültüden uzaklaşmanın bir başka şekli. Deniz mi? Çok ama çok uzakta. Öyle hani “iki adımda plaj” romantizmi burada işlemiyor. Denize inmek başlı başına bir karar; geri dönüş ise hem fiziksel hem zihinsel bir meydan okuma. Perşembe sabahları Hamidiye Camii yanındaki açık hava sebze pazarına gidiyoruz. Eskiden iki kez çekçekle yokuş çıkardım; şimdi İBB’nin servisi var, işimiz biraz kolaylaştı. Yine de burayı seviyoruz. Hanım doğduğundan beri, ben evlendiğim günden beri buradayız. Çünkü bu ev, zihin filtresine sığmayacak kadar gerçek. Burada zaman yavaşlıyor, sesler berraklaşıyor, geçmiş bugünün içine sızıyor. Lüks yok ama samimiyet bol. Belki de asıl aradığımız hep buydu: Sessiz, sade, biraz yokuşlu ama içi huzur dolu bir yaz. ⸻