Friday, March 18, 2016

La Sonnambula

La Sonnambula (Uyurgezer Kız)
İstanbul Süreyya Opera Sahnesinde

Ankara 13 Mart Kızılay, İstanbul 19 Mart İstiklal caddesi terör saldırılarından sonra yüzlerimiz gülmez oldu. Gülmek nerdeyse ayıplanan, kaçınılması gereken bir davranış haline geldi. Toplantılar, paneller, konferanslar, konserler, opera gösterileri iptal edildi. Olaylara alışmamız gerektiği söylendi. 2.Dünya savaşının en zor dönemlerinde, insanlar konser vermekten, opera dinlemekten vazgeçmemişler. Bombalar altında Leningrad, Londra, Paris, Berlin insanları normal hayatlarına devam etmeye çalışmışlar. Teröre, savaşa her zaman direnmek lazım. Gülmeyi unutmamak lazım. Süreyya Operasında 18-Mart gecesi önlerde oturan orta yaşlı bir erkek seyircinin abartılı büyüklükte sırt çantası diğer seyircilerin dikkatini çekti. Terör olaylarının etkisinde paranoya yaşayanlar güvenlikçileri uyardılar. Ara verildiğinde güvenlikçiler çantayı kontrol etmek istediler, içinden birşey çıkmadı, çantayı vestiyere bırakması gerekirdi.

Ankara Dost kitabevi müzik bölümünden 1957 kayıt 1990'larda piyasaya verilmiş, Maria Callas CD satın aldım, iki hafta her gün çok kere arka arkaya dinledim, sonunda Cd bozuldu, neyse bu arada ben Bellini melodilerini ezberledim. Youtube üstünden Paris operasında sahnelenen başrolde soprano Natalie Dessey performansını birkaç kez izledim.

Süreyya sahnesinde çok yalın basit bir dekor ile eser başladı, tek solist (Rodolfo) dışında herkesin beyazlar girdiği bir kadro içinde solistler kayboldu. Ancak başrol sanatçılarımız sesleri ile kendilerini belli ettiler. Özellikle 17-Mart gecesi Amina karakterini oynayan (Nazlı Deniz Boran) kusursuz yumuşak lirik soprano sesiyle hayranlık uyandırdı. Ancak son sahnede yerde yatarak sopranonun arya söylemesi gereksizdi. Sanatçı yerde soğuk zeminde üşüyor, bunu zorlayan yönetmene bilmem ne demeli? Opera sanatçıları kesinlikle yere yatmamalı.
Partneri Elvino karakterinde (Caner Akın) fiziği ve sesiyle göz doldurdu.

Vincenzo Bellini (1801-1835) bestesi Belkanto (güzel şarkı) düzeninde bestelenmiş operanın Melodileri arka arkaya geldi. Uyurgezer güzel kızın başına gelen yanlış anlamalarla dolu olayları izledik. Neyse sonu tatlıya bağlandı. Sevenler sevdiklerine kavuştular. Fuayede paltolarımızı alırken kulağı sağlam seyirciler operanın belcanto melodileri mırıldanıyorlardı. Bir ana - kız aralarında sopranonun güzel sesini konuşuyorlardı.

Beni kesmedi, aynı operaya 17-18-19 Mart günleri arkaya arkaya bilet aldım. 19-Mart saat 16:00 programı istanbul taksim terör olayı yüzünden iptal edildi. Neyseki önceki 2-sahnelemeyi seyretmiştim.

Cumartesi iptal olunca yandaki Moda sinemasında "Abluka" isimli 8-ay önce vizyona girmiş bir özel Türk filmi seyrettik, günümüzün koşullarını yazar- yönetmen daha önceden nasıl sezmiş inanılır gibi değil. Sonra "bira fabrikası" isimli genç mekanda yerli malt tükettik, ortalık sosyal medya söylentileri yüzünden bomboştu biz doldurduk.

Sahne yönetmenlerini acımasızca eleştirmeyi severim. Nasıl olsa ortada yoklar. Bu eserde yönetmene (Evin Atik) çok iş kalmamış, sanatçılar ve uyumlu koro güçlü- lirik kusursuz sesleri ile eseri alıp götürmüşler. Yalın basit dekor belki de iyi olmuş, kafanız detaylarla karışmıyor, kulağınızı melodilere veriyorsunuz. Orkestra şefi (Paolo Villa) çok güzel yönetiyor. Hakettiği alkışı alıyor.

Eser ilk defa 1957 yılında Ankara'da Türkçe tercüme edilerek oynanmış. Program kataloğunda nostaljik afişi var. Süreyya operasının izleyicileri büyük oranda arkadaş gurupları halinde gelen kadınlardan oluşuyor. Yanlarında beylerini gönüllü veya zorla getiren hanımlar da var. Benim gibi son dakikada iptal bileti kapan tek izleyiciler de var. Eser 2 perde toplam 165 dakika sürüyor, saat 22:30'da bitiyor, ilk perde çok uzun 75 dakika. Süreyya operasının küçük sevimli sıcak mekanı çok güzel, erken gelip ara kat cafe'sinde zaman geçirmek lazım.

***

RODOLFO GÖKTUĞ ALPAŞAR , KENAN DAĞAŞAN , ZAFER ERDAŞ
TERESA NESLİŞAH PEKİN , E.TUĞBA TEKIŞIK
AMİNA DİLRUBA BİLGİ AKGÜN , Nazlı DENİZ BORAN , AYTEN TELEK
ELVİNO CANER AKIN , ERDEM ERDOĞAN
LİSA BURCU SOYSEV , SİREL YAKUPOĞLU , SEVİM ZERENAOĞLU TEK
ALESSİO A.ALP KÖKSAL , A.HAYDAR TAŞ
NOTER O.SERKAN BODUR

***


ORKESTRA ŞEFİ PAOLO VİLLA
SAHNEYE KOYAN EVİN ATİK
DEKOR TAYFUN ÇEBİ
KOSTÜM GÜLAY KORKUT
IŞIK BÜLENT DARCAN
KORO ŞEFİ MİKHAIL ISKROV , PAOLO VİLLA
KOREOGRAFİ ÇİĞDEM ÖZTÜRK (ERKAYA)

***

Haluk Direskeneli, ODTÜ Makina Mühendisliği 1973 mezunu olup, mezuniyetinden itibaren, kamu, özel sektör ve ABD – Türk yabancı ortaklıklarda (B&W, CSWI, AEP, Entergy) ağırlıklı olarak termik santral temel/ detay tasarım, imalat, pazarlama, teklif, satış ve proje yönetimi konularında çalışmış, bugüne kadar termik santral tasarım yazılımları konusunda yerli piyasaya, mühendislik firmalarına, yatırımcılara ve üniversitelere danışmanlık vermiştir. MMO ve ODTÜ Mezunları Derneği Enerji komisyonları üyesidir.


Ankara, 03/21/16

Wednesday, March 16, 2016

Allah kimseyi vatanından ayrılmak zorunda bırakmasın



Yaklaşık 3-milyon mülteci ailesi güney sınırımızı geçtiler. Aileleri ile geldiler. Üniversite eğitimli, yabancı dil bilenler, kalifiye işi olanlar burda durmadı, Avrupa'ya başka uzak yerlere gittiler. Daha önceki göçlerde gelen, Viyana Belediye Başkanı Omar Al-Rawi İngiltere Sağlık Bakanı Ara Derzi, dünyanın en ünlü mimarlarından Zaha Al-Hadid, Bağdat doğumlu Irak asıllı göçmenlerdir. Apple kurucusu Steve Jobs'ın babası Suriye doğumlu idi. Ancak bu olumlu örnekler, gelen birinci kuşak içinde çok az.

Bize gelen mülteci erkeklerin düzgün eğitimi ve belirli kalifiye işi yok.Ortalama eğitim düzeyleri ilkokul altında. Kadınlar ezik, silik, çocuk doğurmak ve ev işleri yapmak dışında başka işleri yok. Ev dışında çalışmak kültürlerinde yok. Masum zavallı düşkün görüntüleri ile boş evleri, çiftlikleri, topraklarımızı, sokakları, parkları, hastaneleri, okulları zaman içinde işgal ettiler. Bunlar mülteci değil, sanki modern işgal orduları. Son 5-yılda, onlara 10- milyar $ harcama yapmışız. Kısıtlı kaynaklarımız bu insanlara gitmiş. Gelen mültecileri başıboş bırakmanın, büyük şehirlere hele de başkente yerleşmelerine göz yummanın mantığı nedir?

Yeni mülteciler 70'lerde Almanya'ya giden Türk işçilerle aynı durumda değiller. Bizimkiler Alman hükümetiyle imzalanan sözleşmeye uygun olarak düzenli kurallar içinde gitmiş eğitimli kalifiye işçilerdi. Şimdi mülteci deyince, her şey çok değişiyor. Almanlar çalışacak işçi istediler, insanlar geldi, yanlarında aileleriyle, alışkanlıkları ve değişik kültürleri ile beraber geldiler. Entegre olmamak için 2-kuşak direndiler.

Allah kimseyi vatanından ayrılmak zorunda bırakmasın. Kaybedecek bir şeyleri kalmamış insanlar, hayata tutunmak için her türlü suça yönelebilirler. Bize hiçbir bir gönül ve kardeşlik bağları da yok. İmparatorluk 100-yıl öncesinde kaldı. Savaş başlamadan önce de zaten kültürel ve ekonomik bakımlardan bizden çok farklı idiler. Türkiye'de geçen yıl, 150 bin göçmen çocuk doğmuş. Biz bunca mülteci ile ne yapacağız? Avrupa ülkeleri durumun çabuk farkına vardılar. Sınırlar kapandı, duvarlar örüldü, kontroller sıkılaştı, Schengen göreceli kaldırıldı. Biz ise olayın hiç farkına varmadık. Yakında kanun dışı işler artacak. Güvenlik sorunları, suç önleyici masraflar artacak. Farkına vardığımız zaman bakacağız, malımız mülkümüz sağlığımız rahatımız düzenimiz güvenliğimiz herşey gitmiş bitmiş. Yapılacak ne var? Cin şişeden çıktı artık. Ortadoğu'ya barışın gelmesi lazım. Nasıl gelecek, hiçbir fikrim yok. Ne süre içinde barış gelecek? Herhalde birkaç 10 yıl geçecek.

Bize gelen eğitimi az, kalifiye işleri olmayan insanlar bizim ortama nasıl uyacaklar? Nasıl entegre olacaklar? Mevcut sınırlı kaynaklarımız ne kadar süre bunları besleyecek? Ürdün'ün göçmen Filistinlilere yaptığı gibi vatandaşlık vermeden kamplarda tutmamıza imkan yok, baştan böyle birşey yapmadık. İnsanlar doğdukları vatanlarında mutlu olurlar. Onları vatanlarına göndermek lazım.
Kısa sürede geri gönderemiyor isek, bizim bu gelen mülteci aile fertlerine, çocuklara gençlere hızla Türkçe öğretmemiz lazım. Onları ekonomik sisteme sokmamız lazım. Üretici olmalarını sağlamamız lazım. Türk eğitim sistemi içine almamız, onları entegre etmemiz lazım. Yurtlarına geri gönderemiyorsak, tıpkı Almanların, Amerikalıların yaptığı gibi kendi sistemimize entegre etmemiz lazım. Kendi yaşam normlarımızı öğretmemiz lazım. Getto olarak kendi içlerine dönük yaşamalarını engellememiz lazım. Onları kamplara hapsederek bir yere varamayız. Zaten baştan beri yapmadık.

Çok yeni olarak onlara küçük işyeri açma hakkı verdik. Lokanta, tamirhane, terzi, ayakkabı tamircisi, hatta bakkal dükkanı açabilecekler. Daha önceden de bu işleri yapıyorlardı, ancak kayıt dışı idiler. İnşaat işlerinde eskiden yerli işçi günde 100 lira kazanıyordu, şimdi aynı işi mülteciler kayıtdışı yapıyolarr, ve karıntokluğu öğle yemeği yanında 20 lira alıyorlar. Rayiç düştü, müteahhit girişimci iyi para kazanıyor ama işi elinden giden yerli işçi ne yapacak? Eve nasıl ekmek, erzak götürecek? Ailesinin sağlık, eğitim masraflarını nasıl karşılayacak? Toplumun az kazanan kesimlerinde huzursuzluk, kin, nefret artmayacakmı? Bu işlerle nasıl baş edeceğiz?

Güney sınırımızı geçenlerin, totaliter bir ülkede yetiştiklerini, çoğunluk olarak sünni muhafazakar Arab olduklarını unutmayalım. Tarlalarda, fabrikalarda, emek yoğun işlerde çalışsınlar, işyerleri açsınlar, ticaret yapsınlar. Askerlik yapsınlar, okula gitsinler, Türkçe öğrensinler, eğitim alsınlar, beceri kazansınlar. Antakya'da olduğu gibi, gelenlerin kültürlerini bizimkine eklememiz lazım. Bize yük değil zenginlik getirmelerine yardımcı olmamız lazım. Bu konuda net doğru- yanlış yok, ama kafa yormamız, politika üretmemiz lazım. Ne yapacağımız hakkında çözümler üretmemiz lazım.

Bu zor konu sadece bir tür işgal ötesinde, daha çok yönetim sorunu haline geldi. Ulusal ve Uluslararası ölçekte doğru yönetilemeyen bir kriz sonucu evlerini terk etmek zorunda kalmış zavallı insanlardan bahsettik. Durumun kendisi acımasız, ve kısa dönemde elimizden fazla birşey, aklımıza kolay çözüm gelmiyor. Düşüncelerinizi, çözümlerinizi, tavsiyelerinizi, tecrübelerinizi, beklentilerinizi, yorumlarınızı bildirirseniz memnun olurum. Doğrudan bana mesaj göndermek isterseniz Epostam "HalukDireskeneli at gmail dot com"


Prinkipo, 02/24/16

Uganda'dan 1972'de göçe zorlanan Hintli Müslümanlar



Uganda'dan 1972'de göçe zorlanan Hintli Müslümanlar
İngiltere'de Mülteci mi, İşgalci mi? yoksa Vatandaş mı oldular?

Benim hanımla beraber 1984 yılında gezi amaçlı İngiltere'ye gittik. Heathrow havalimanı turist bilgilendirme otel rezervasyon bankosunda, geleneksel bir İngiliz pansiyonu için rezervasyon yaptırdığımı sanıyordum. Pansiyonun ismi klasik bir İngiliz ismi idi. Metroya bindik gittik. Kaldığımız pansiyonun sahibi 1972 yılında Uganda'dan 90 gün içinde sınırdışı edilmiş Hintli Müslüman bir aile çıktı. Çok az bir para ile İngiltere'ye gelmişler, yeni ülkelerinde tutunabilmek için pansiyonu bir İngiliz aileden devralmışlardı. Tüm aile fertleri pansiyonda kalan misafirleri memnun etmek için canla başla çalışıyorlardı. İngiltere, Hintli aileleri Uganda'ya gönderebilmek için 1890'larda onlara İngiliz pasaportu vermiş, onlar da 1972 yılında Uganda vatandaşlığından çıkarılınca İngiltere'ye göç etmişler. Ailenin babası zorunlu göç sırasında başlarından geçenleri bana boş bir zamanda anlattı. Ataları Hindistan'dan 1890'larda gelmişlerdi. Kendisi ve ailesinin tüm fertleri Uganda'da doğmuşlardı. Eskiden Uganda'da ticaret yapıyordu, çok malı mülkü vardı, orda çok zengindi. İngilizce bilmeleri sayesinde yeni geldikleri ülkede İngiltere'de ortama kolay uyum sağlamışlardı.

Bugün İngiltere'de 2 milyona yakın Hintli Müslüman var, orta gelir gurubundalar. Parlamentoda, toplumun her gurubunda, her çalışma ortamında yer alıyorlar. Çocuklarını en iyi okullarda okutuyorlar. İngilizceyi okulda düzgün öğrendikleri için aksansız mükemmel konuşuyorlar. İngiliz toplumunun geleneksel muhafazakar sınırlarını, yabancılarına olan hoşgörüsünü genişletmişler.

Dünyaca ünlü Brezilyalı romancı Paulo Coelho, kitaplarından birinde benzer bir durumda, "İyi ki ben o tarafta değilim" demiş. Bir anda çoluk çocuk vatansız parasız evsiz işsiz sigortasız korunaksız ortada kalmak, dilini bilmediğin komşu ülkeye sığınmak kolay değil. Dünya tarihinde, geçici sürede bile olsa, 3 milyon mülteciyi kabul etmiş tek bir yer yok. En yakın tarihlerdeki örnekler, Hindistan-Pakistan-Bangladeş, belki Filistin. Herbirinin de sonucu belli...

***

Yıllar boyu güney İtalya, Afrika'dan özellikle Tunus ve Libya'dan kaçanların istilasına uğradı. Sicilya açıklarındaki adası Lampedusa, Afrika kıyılarına çok yakın olduğu için binlerce mülteci buraya akın ettiler. İtalyanlar zaman zaman bu durumlardan yakınsalar da sınırlarını kapatmadılar. Bugüne kadar hiç bir zaman büyük patlamalar yaşanmadı. Arap baharından sonra İtalya'ya kaçan göçmen sayısı herhalde bugün bir milyonu aşmıştır. Ancak gelenler İtalya'da kalmıyorlar, kuzey Avrupa'ya dağılıyorlar. Suriye'den kaçanlarla, Libya ve Tunus'tan kaçanlar arasında bir fark var. Libya ve Tunus'tan, çoğu eğitimsiz, genç erkekler kaçıyor. Bunlar kuzey Avrupa ülkelerinde her türlü suça karışıyorlar, taciz, tecavüz, hırsızlık, uyuşturucu, fuhuş olaylarına giriyorlar. Alman Pegida gibi aşırı sağcı yerel guruplar bunları şiddetle yola getirmeye çalışıyor, polis suça karışan mültecileri sınırdışı ediyor.

Suriye'den ise aileler hep beraber kaçıyor. Baba, yanına karısını ve çocuklarını alıp ailesini savaştan kaçırmaya çalışıyor. Umarız günün birinde kalıcı barış olur. Türkiye'ye gelen önemli sayıda Suriyeli, ülkelerine bir gün dönerler. Ancak o günler yakında değil.

Büyük şehirlerde yolda sakin yürümeye imkan yok, her taraf mülteci çocuk, genç anne ve bebeleri ile dolu. Bu kadar mülteci ile nasıl baş edeceğiz? Masraflarını daha ne süre finanse edebileceğiz? Geldiler, sınırları aştılar, boş yerlere, boş evlere, tatil yerlerine, boş çiftlik evlerine, buldukları her yere yerleştiler. Hastaneler geçici misafir kartlı mültecilerle doldu. Devlet hastaneleri doldu, nerdeyse mülteciden başka kimseye bakmıyor, bakamıyor. Onların gelişiyle beraber, yurdumuzda yok olmuş eski salgın ölümcül hastalıklar tekrar ortaya çıktı, çocuk felci, su çiçeği, tüberkloz. Allah hepimizi daha kötüsünde korusun.

Bize gelen bu insanları kısa sürede memleketlerine geri göndermemize imkan yok. Kısa sürede geri gönderemiyor isek, gelen mülteci aile fertlerine, çocuklara gençlere hızla Türkçe öğretmemiz lazım. Onları kendi ekonomik sistemimize sokmamız lazım. Getto olarak kendi içlerine dönük yaşamalarını engellememiz lazım. Üretici olmalarını sağlamamız lazım. Türk eğitim sistemi içine almamız, onları topluma entegre etmemiz lazım. Dilimizi ve kendi yaşam normlarımızı onlara öğretmemiz lazım.


Prinkipo, 02/24/16

Friday, March 11, 2016

Yevgeni Onyegin- Bale, Ankara Opera Sahnesinde




Yevgeni Onyegin, Pushkin'in manzum Romantik romanı
Çaykovski müziği ile Bale olmuş, Ankara Sahnesinde

Pushkin bu romanı tefrika olarak yazmış, eser manzum (şiirsel) düzende hazırlanmış. Bu bir hüzünle biten aşk romanı. Aşk var, mutluluk, mutsuzluk var, düello var, ölüm var. 10 Mart 2016 cuma akşamı Ankara Operası salonunda bale başladı. Çaykovski aslında bu isimle bir de opera bestelemiş, ama dinlediğimiz operanın müziği değil. Çaykovski'nin senfonilerini, keman- piyano konçertolarını, İtalyan kapriçyosunu dinliyoruz. Dekor - kostümler güzel, sanatçılar kusursuz. Aralarında çok sayıda yabancı sanatçı var. Programa baktığımda Japon, Rus, Kazak, Ukraynalı çok sayıda yabancı isim görüyorum.

Yevgeni Onyegin balesinin yeni sahnelenmelerinde Çaykovski müziği kullanmak esas olmuş. Aynı zamanda koreograf olan sahne yönetmeni Yaroslav Ivanenko konunun akışına uygun olarak Çaykovski müziğini kullanıyor. Orkestra kendini aşıyor, bazan senfoni konserinde olduğunuzu sanıyorsunuz. Zaten son alkış sırasında sahneye davet edilen Kazak kadın kemancı solist bunu gösteriyor. Orkestra şefi Sunay Muratov uzun alkış aldı. Yevgeni Onyegin rolündeki Türk balet, sevgilisi balerin Tatyana muhteşem ikili oluşturdular. Levsky- Olga ikilisi de iyiydi. Türk bale kadrosu yabancı sanatçı desteği ile hepimize harika bir gece yaşattı. Yaratıcı kadro harika bir sahneleme başarmış. Ne yazıkki çok az sayıda sahneleme olacak. Bir sonraki sahneleme 24-Mart gecesi, sonra bu sezon bitiyor.

Seyirci- izleyici koltuklarında Ankara Rus popülasyonunu görüyorsunuz. Çoğu akademisyen, öğrenci, sanatçı yüzler. 24-Kasım Rus uçağının düşürülmesi sonrası oluşan gerginlik yüzlerine vurmuş. En ufak sözsel ilişkiden kaçınıyorlar. Yüzlerde en ufak gülümseme yok. Biz belki farkında değiliz ama büyük bir travma yaşadıkları gerçek. Eğer dışa vuran davranışları Ankara'da böyle ise, Rusya'da kimbilir nasıl?

Istanbul Süreyya Operasında 17-18-19 Mart günleri Vincenzo Bellini'den "La Sonnambula" operası sahnelenecek. Biletler internetten satışta bitti, ama son günlerde iadeler olabilir, arada bir bakın kontrol edin, www.biletiva.com,

Sonra aynı operada Guiseppe Verdi'den "La Traviata" başlıyor. 14-15-16-19-20 Nisan.

---

Haluk Direskeneli, ODTÜ Makina Mühendisliği 1973 mezunu olup, mezuniyetinden itibaren, kamu, özel sektör ve ABD – Türk yabancı ortaklıklarda (B&W, CSWI, AEP, Entergy) ağırlıklı olarak termik santral temel/ detay tasarım, imalat, pazarlama, teklif, satış ve proje yönetimi konularında çalışmış, bugüne kadar termik santral tasarım yazılımları konusunda yerli piyasaya, mühendislik firmalarına, yatırımcılara ve üniversitelere danışmanlık vermiştir. MMO ve ODTÜ Mezunları Derneği Enerji komisyonları üyesidir.


Ankara, 03/11/16